Yukarı Mezopotamya’nın Acı Yüzlü Çocukları


Hüzün deryasına gark olmuş Fırat ile Dicle arasıdayız. Her gece ve gündüzümüzün yüreğine kan damlıyor. Halbuki şatafatlı ve heybetli duruşu vardı buraların. Şimdiki halimizi kabullenemiyoruz şüphesiz.
Ama arayışlarımız inançlarımız üzerinden şekillenmiş. Öyle ki inançlarımızın kesin doğru olduğuna inanıyoruz. Sesimi çıkarsam da pek kulak veren olmuyor. Doğru olduğuna dair kanıtı olmayan inançlar, bizi sosyolojik ve politik yanlışlara götürüyor.
Mezopotamya ve Anadolu tahammülsüz ve statik yapılarından ötürü, kanadı kırık kuşlar gibi çırpınmaktalar. Egeli filozof Herakleitos, “Bir ırmağa iki kez girilmeyeceğini,” söyleyerek diyalektiğin temelini atmıştı. Her şey değişirdi.
Lakin acılı bir yüz gibi iç burkan Mezopotamya’nın medeniyete beşiklik etmesi ve tarihin burada başlaması, bir varmışla bir yokmuşa dönüşmüş. Ne acı! Tozlu tabletleri şehitlik etse de nafile. Çünkü her şey geçmişte kaldı.
“Ben ki Diyarbakır’ım/ Ne kavmi necip sandım kendimi/ Ne de üstün, Mardin’im/ Ya da Cizira Botan/ Sarı taşlar fısıldardı dualar,/ Sarı taş duvarlı manastırda bir Rahip/ Biraz yukarıda Tavus u Azam/ Gümüş kapıda Hızır/ Ulu Cami uluca bakar…/ Bizi biz yapmak isteyen Mani’yi ağlatmayın,” demişim bir şiirimde. Yani öncelikle Mani gibi, kardeşlik cemine duralım derim.
Ah yukarı Mezopotamya’nın şirin, güneşin onu, onun da güneşi kutsadığı kadim şehir, sarı taşların dualar fısıldıyordu kardeşlik için, ey kalbimin incisi Mardin. Dinlerin ve dillerin birbirine karıştığı, Mani’nin memleketi Mardin’e dönüp bile bakmadınız. Öylesine dalmıştınız ki birbirinizi yok etmeye, neleri kaçırdığınızın ayırdından bile değildiniz. Diller ve dinler cümbüşüydü bu coğrafya…
Ölümün kutsandığı bu coğrafyada, bir zamanlar yaşam kutsal bilinirdi. Ki onlar birer Gılgamış gibi ölümsüzlük peşindeydiler. Dosttular, bağlıydılar sevdiklerine hem de alabildiğine. Enkidu, Dewreşe Evdi, Mem ve Zin gibi. Sevdiklerine bir yürekle değil bin yürekle bağlıydılar.
Ve o coğrafyanın şairleri var ki kadifemsi yürekleriyle halimize mısralar dizerler, “Halepçe gecelerinin artığıdır bedenim…” diyor şair Hicri İzgören. Ölümler, talanlar durmuyorsa şaire düşen bir kadavraya dönüşmektir. Ve sözü Vecdi Erbay alıyor, “Diyarbakır aşkın yüzündeki bıçak ıslığı/ Öyle mecburum ki Kürtçeye…” ey şair öyle mecburuz ki Kürtçeye… “Boşuna çırpınma gökyüzü/ ülkem kadar ağlayamazsın!” diyen Yılmaz Odabaşı kadar da haklı.
Katliamlara, talanlara maruz kalan bu coğrafyanın içli sızısıdır Yukarı Mezopotamya’nın gül yüzlü şairleri. Billur bir su gibidir şair yürekleri ve asla kirliliği kaldıramazlar.
Tarih bizim için arsız olageldi bugüne kadar. Bin yıldır feryadı figan kopar. İnsanlar eceliyle değil, hayatlarının baharında zorla koparılıp götürülürler. Ve anaların çığlığı kopar. Yerle gök ağlar. Ama boşuna çırpınma gökyüzü, çünkü ülkem kadar hiçbir şey, hiç kimse ağlayamaz. Analarımızın çığlığı bir hançer gibi gelip yüreğimize saplanır. Ne diyor Müslüm Yücel, “Bir katliamı unutmak da/ bir katliamdır Ahuzin.” Kin tutmamız için değil bu söylenen, o kara lekelerin ibret olması için katliamları unutmayın, diye çığlık atar.
Her katliam ve her zulümden sonra, savrulur dünyanın dört bir tarafına ülkemin insanı. Hain mülteci gecelerinin yaşayan bir ölüsü olunur. Bir sonbahar yaprağına dönüşülür adeta. Gökteki eylül yıldızının albenisi bir şey ifade etmez…Bilinir ki her insan bir ağaç ya da bir gül gibidir ve kökleri üzerinde boy verip serpilir. Ey Mezopotamya halkları nedir bu Eyüp sabrınız, kalkın güzellikler için devinim gösterin. Sorgulayın her şeyi. Sorgudan sonra tek bir çıkış noktamız kalır; o da eşitlik temelinde, çağdaş bir ülkenin öncülüğünde birleşmektir. Hadi, Anadolu ve Mezopotamya’nın gül yüzlü çocukları daha ne duruyorsunuz… Birleşin kardeşlik cemi için ve sorgulayın.


Mehmet Söğüt

Benzer Haberler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu Yazıda Dikkatinizi Çekebilir!
Kapalı
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyiciyi devre dışı bırakarak bizi desteklemeyi düşünün