Neden Okuyoruz ve Paylaşıyoruz?

Okumak sessiz bir devrimdir. Her kitap, zihnimizin sınırlarını zorlayan bir manifesto, her satır, bilmediğimiz bir dünyaya açılan gizli bir geçittir. Peki, neden okuruz? Ve daha da önemlisi, neden okuduklarımızı paylaşma ihtiyacı duyarız? Belki de cevap, insanın kendini arayışında saklıdır.
Okuruz çünkü, Montaigne’nin dediği gibi, “Kitaplarla yapılan bir sohbette, yazarlar bize en iyi taraflarını gösterirler.” Bir düşünürün yıllar süren çabasını birkaç saatte özümsemek, onun zihninde gezinebilmek, insana verilmiş en büyük ayrıcalıklardan biridir. Ama bu keşif yalnız kaldığımızda eksik kalır. Çünkü bilgi, paylaşıldıkça anlam kazanır. Wittgenstein’ın ünlü sözünü hatırlayalım: “Üzerine konuşulamayan şey hakkında susmalı.” Oysa biz tam da konuşulabilen her şeyi paylaşmak isteriz. Belki de susmamak, var olduğumuzu kanıtlamanın bir yoludur.
Paylaşırız çünkü bilgi, ateşe benzer. Bir kibrit çaktığınızda, onu başka mumlara dokundurmazsanız, ışık sönmeye mahkûmdur. Sokrates’in öğrencileriyle yürürken yaptığı diyaloglar, Nietzsche’nin Zarathustra’sının dağlardan inip insanlara seslenmesi, hatta Mevlânâ’nın “gel” çağrısı, hep bu yüzden değil midir? Öğrendiğimiz şey, içimizde birikir ve taşar. Sartre’ın dediği gibi, “Yazmak, okura seslenmektir.” Peki ya okuduktan sonra anlatmak? O, bir nevi cevap vermektir.
Paylaşmanın bir başka nedeni de şudur: Anlatmadığımız hiçbir şey tam olarak bize ait değildir. Kierkegaard’ın kaygıyı anlattığı satırları okuduğumuzda, “Evet, ben de böyle hissediyorum!” deriz. Ama bunu bir başkasına aktarmazsak, o duygu havada asılı kalır. Oysa paylaştığımızda, bilgi artık yalnızca bizim değil, karşımızdakinin de olur. Heidegger’in “Dasein” dediği o birlikte varoluş hâli, tam da budur. Güneş kendisi için doğmaz, ağaç kendisi için meyve vermez ve mumlar kendileri için yanmaz. Paylaşıyoruz çünkü paylaşmak cehalete şavaş açmaktır. Çünkü Celal Şengör’ ün dediği gibi: “ Senin cehaletin benim yaşamımı etkiliyor.”
Peki ya öğrendiğimizi paylaşmak neden bu kadar içgüdüsel? Belki de Spinoza’nın dediği gibi, “İnsan, kendi varlığını sürdürmek ister.” Yada Hamit Deniz’ in dediği gibi ölümsüzlük yazmaktadır, tıpkı ölümsüzlüğü arayan kral Gılgameş’ i ölümsüzleştiren kil tabletler gibi. Biz de fikirlerimizi yayarak, kendimizi zamana karşı direnirken buluruz. Bir kitabı başkasına önermek, aslında şunu demektir: “Bak, ben buradayım, sen de varsın, hadi bu dünyayı birlikte anlamlandıralım.”
Velhasıl, okumak ve paylaşmak, insan olmanın iki temel eylemidir. Biri içimize, diğeri dışımıza doğru açılan birer kapı. Camus’nün dediği gibi, “Yazmak, insanın kendini aynı anda hem saklaması hem de ortaya koymasıdır.” Okumak da öyle: Keşfederiz, sonra o keşfi başkalarına sunarız. Belki de aradığımız tüm cevaplar, bu ebedî diyalogdadır. Belki de sadece Mehmet Yıldız’ın dediği gibi: “Bir cahil olarak ölmek istemiyorum” dur cevap. Kim bilir?
Her kelime, bir çağrıdır. Ve her çağrı, bir gün mutlaka yankı bulur. Mustafa Zewal’ in dediği gibi: “Okumak bir hastalıksa herkese bulaşması dileğiyle…
Mehmet TEKDAĞ
