KAPiTALİZMİN VE DİNİN İDEOLOJİK BİRLİĞİ

Aşağıdaki yazı, önce dinin sınıflı toplumlarla birlikte şekillenmesini, ardından kapitalizmle kurduğu özgül ilişkiyi ve günümüzde bu ilişkinin aldığı yeni biçimleri açıklıyor.
Celal Peköz
Kapitalizm, yalnızca bir üretim tarzı değil, aynı zamanda bir ideolojik tahakküm sistemidir. İdeolojik tahakküm olmasa kapitalizm varlığını devam etirrmez. Bu sistem, yalnızca artı-değer sömürüsüyle değil, aynı zamanda kitlelerin düşünsel, kültürel ve moral dünyalarını kuşatarak hüküm sürer. Tamda bundan dolayı dinin fantastik değerlerini canlı tutar. Bu nedenle her sınıflı toplum gibi kapitalizm de, kendini yeniden üretmek için dini ideolojiyi bir araç olarak kullanmıştır ve kullanmaya devam ediyor.
Kapitalizm, görünüşte laik bir yapıdır. Üretim ilişkilerini Tanrı’ya değil, piyasaya bağlar. Ancak bu görünüş, gerçeğin sadece bir yüzüdür. Diğer yüzünde ise, kapitalist sınıfın tarih boyunca Tanrı’yı, dini kurumları ve kutsal kitapları kendi egemenliğini meşrulaştırmak için sistematik olarak kullandı. Kapitalizmle birlikte doğan laiklik, zamanla burjuva sınıfın çıkarlarına göre, ideolojik olarak şekillenme aldı.
Tarihin taşından beri din-sınıf ilişkisi egemen sınıf çıkarlarının değerini aldı.
Din hiçbir zaman yalnızca “inanç” olmamıştır. Her tarihsel dönemde, egemen sınıflar tarafından sınıfsal tahakkümün kutsanması için kullanılmıştır. Tanrı, firavunları meşrulaştırmış, kralları “göksel hak” ile donatmış, padişahları “halife” yapmıştır. Bu, sınıf egemenliğinin gökten vahiy aldığı yalandır. Tanrı’nın iradesi ile egemen sınıfın iradesi aynı ideolojik espri içinde birleşti.
Kapitalizm de bu geleneği devraldı. Ancak feodalizmin aksine, Tanrı’yı yalnızca siyasi değil, ekonomik ideolojinin bir parçası haline getirdi. Kapitalizmin en büyük başarısı, sömürü ilişkisini görünmez kılması, bunu dinsel motifin meşruiyetle yapabilmiştir.
Ahlakı ve kapitalizmi
Weber’in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı eseri, bu konuda çarpıcı bir çerçeve sunar. Ona göre kapitalizm, Protestanlıkla birlikte gelişti; özellikle Kalvinizm’in “çalışmak ibadettir” anlayışı, sermaye birikiminin önünü açtı. Zenginleşmek Tanrı’nın lütfu, fakirlikse Tanrı’nın cezası sayıldı. Böylece kapitalist zenginler, kutsal kişiler gibi saygı görmeye başladı. Emekçilerse, sabır ve tevekkül ile sömürülmeye razı oldu. Bu kurgu değişik coğrafyalarda yoksulluğun meşrutiyet için kullanıldı. İslam dünyasında yoksulluk Tanrı’nın güvencesine alındı.
Burada önemli olan, dinin kapitalist mantığın içine nasıl içkinleştirildiğidir. Artık Tanrı, bireysel başarıyı kutsar. Sermaye biriktirmek, Tanrı’nın hoşnut kalacağı bir eylemdir. Kapitalizmde başarı yalnızca ekonomik değil, ahlaki bir üstünlük göstergesi haline getirilmiştir.
Kapitalist modernliğin dinsel temsilleri
Bugün din sadece geleneksel kurumlarla değil, modern medya, tüketim kültürü ve ideolojik aygıtlarla birlikte hareket ediyor. Mega kiliseler, televizyon vaizleri, zengin dindar iş insanları, Tanrı’nın kapitalist temsilcileri gibi çalışıyor. Amerika’da “prosperity gospel” (refah vaazı) adı altında, zengin olmanın Tanrı’nın takdiri olduğu öğretiliyor. Türkiye’de “dindar zenginler” sınıfı yaratıldı ve İslam kapitalizmi ile neoliberalizm arasında neredeyse hiçbir fark bırakılmadı. Türkiye’de ve Müslüman dünyasında en büyük manipülasyon, Tanrı’nın fakir insanları, öteki dünyada mükafatlandıracağı üzerinde büyük bir propagandanın yoksulluğa meşrutiyet kazandırmış olmasıdır.
Kapitalizm, dini sadece “tahammül edilen bir olgu” değil, aktif bir müttefik olarak konumlandırıyor. Sermayenin diliyle konuşan imamlar, holding sahipleri gibi yaşayan tarikat şeyhleri, Tanrı’yı mal-mülk sahibi elitin ideolojik ortağı haline getiriyor. Din artık yalnızca ruhani bir rehber değil, ticari bir meta haline gelmiştir ve sermayeye nin koruyucusu olmuştur.
Kapitalizm krize girdikçe: dinin irrasyonel yorumu daha çok güncelik kazanır.
Kapitalist sistem kriz anlarında Tanrı’ya daha sık başvurur. Çünkü kriz dönemlerinde insanlar umut, güvenlik ve anlam arayışına girer. Tam bu anda egemen sınıf, dini yeniden sahaya sürer. 1929 krizi, 1970’lerdeki petrol krizi, 2008 küresel finans krizi… Hepsinde mistik, maneviyatçı ve dini söylemler yeniden yükselişe geçmiştir.
Bugün de benzer bir dönemden geçiyoruz. Ekonomik eşitsizlik, savaşlar, çevresel yıkım derinleştikçe; dinin politikleşmesi de hız kazanıyor. Erdoğan, Modi, Trump ve Putin gibi liderlerin kullandığı din dili, yalnızca halkın değil, kapitalist düzenin bekası için seferber edilmiş ideolojik bir silah gibidir. Marx’ın “Din bir afyon” bir gerçeğin altını çizdi.
İslam dünyasında kapitalizmle dinin bütünleşmesi çok daha çarpıcıdır. Özellikle Türkiye, Malezya, Endonezya ve Körfez ülkelerinde “İslami finans”, “helal ticaret”, “dindar girişimci” gibi kavramlar, dinin sermaye ile sentezlenmiş biçimleridir. Bu, sadece sembolik değil, yapısal bir bütünleşme anlamına gelir. AKP iktidarı bu sentezi siyaset, ekonomi ve ideoloji düzeyinde inşa etmiş, “dindar bir burjuvazi” yaratmıştır. Bu burjuva sınıfın Türkiye’de adı, “beşli çetedir” Erdoğan’ın bilinçli olarak yarattığı İslamcı burjuva sınıf, devletin güvencesi altındadır.
Tarikatlar artık maneviyat değil, ekonomik konsorsiyum gibi çalışmaktadır. Dindarlık, sermaye biriktirmenin, kadro oluşturmanın, siyasi iktidarı ele geçirmenin ve devlet kaynaklarını sömürmenin aracı haline gelmiştir. Burada din, Tanrı’dan çok devletle ve para ile ittifak yapmaktadır.
Din, kapitalist aklın “rasyonel” aracı haline getirildi.
Artık din, akla karşı değil, kapitalist aklın bir parçası haline gelmiştir. Çünkü din, emekçiye sabretmeyi, tevekkülü, kanaatkarlığı öğütler. Patronun eli açıktır, Tanrı’nın sevgilisidir. Bu anlayış, sınıfsal eşitsizlikleri doğal ve kutsal sayar. Dindar işçi, sermaye sahibine başkaldırmaz; çünkü kaderinde bu vardır. Bu, kapitalizmin en büyük başarısıdır. Tanrı’yı yoksulluk mücadelesinin karşısına koymak gibi, etik olmayan bir propaganda etkili hale geldi.
Dinci söylemler, bugünün yoksuluna değil, zenginine hizmet etmektedir. Öldükten sonra cennet vaadi, bugün yaşanan cehennemi gizlemektedir. Dinin “ödül ve ceza” dili, kapitalizmin “başar ve kazan” diliyle uyumludur. Her iki sistem de insanı boyun eğmeye çağırır.
Kapitalizmi mi dinselleşti, yoksa din mi Kapitalistleşti.
Kapitalizm ile din arasındaki ilişki, bir tür evlilik değil, bir tür simbiyotik bütünleşmedir. Din kapitalizmi kutsarken, kapitalizm de dini paraya ve güce tahvil etmiştir. Artık Tanrı’nın en büyük müttefiki bankalardır; en büyük ibadeti tüketmektir; en büyük kutsalı rekabettir ve sınırsızca zenginleşme dir.
Bu bütünleşmeye karşı yürütülecek mücadele, sadece dine karşı değil; aynı zamanda kapitalist ideolojiye karşı teorik, politik ve kültürel bir mücadeledir. Tanrı, kapitalizmin ideolojik zırhı olmaya devam ettikçe, özgürlük hayali bir ütopya olarak kalacaktır.
Gerçek özgürlük, hem Tanrı mitinin hem de kapitalist rasyonelin yıkılmasıyla mümkündür. Devrimci akıl, bu iki yapıdan da kopmadan yeni bir dünya kurulamaz. Bu nedenle dine karşı mücadele, kapitalizme karşı mücadele dir. Bunu radikal bir tespit olarak görmek yanlıştır.
KAPİTALİST DEVLET VE TEOLOJİK İKTİDAR
Dinle yönetmenin stratejisi üzerine
Sınıfsal ilişkileri korumakla yükümlü olan devlet örgütlenmesi, meşruiyetini sürdürebilmek için yalnızca polis, ordu ve yargıdan değil, ideolojiden, inançtan, kültürel hegemoniden de beslenir. Bu noktada din, kapitalist devlet için hem bir denetim aracı, hem de bir yönetme stratejisidir.
1. Devletin “Kutsallaştırılması” süreci ulus devletinden sonra kapitalist sistemin en belirgin stratejisi oldu.
Modern kapitalist devlet, görünüşte sekülerdir. Ancak, içsel işleyişine baktığımızda devletin kendisini kutsal bir varlık gibi sunduğunu görürüz. Bayrak, marş, anıtlar, lider kültü, “şehitlik”, sınırlar, ideali gibi unsurlar, seküler görünen ama teolojik anlamlar taşıyan sembollerdir. Ulus-devlet, Tanrı’nın yerini almıştır. Ulus devlet ideolojisi toplumda vazgeçilmez bir mit olarak insana kabul ettirildi. Devlet iktidar çelişksinde, devlet dokunulmaz kutsal bir güç olarak halkın ezici çoğunluğuna empoze edildi. Ben bir yazımda TC’yi lanetlemiştim. Yazıyı okuyan insanların saldırısına uğradım. Devletin dokunulmaz kutsal bir şey olarak gördüklerini anladım. Herkesin devleti argümanı yoksullar arasında güçlü bir olguya dönüşmüş.
Bu anlamda modern devlet, Tanrı’dan rol çalmış ama aynı zamanda Tanrı’yı kendi çıkarına yeniden tanımlamıştır. Devletin başındaki liderin “seçilmiş kişi” olarak sunulması, halkın “millet” adıyla kutsanması, vatana bağlılığın “iman” düzeyine çıkarılması; teolojik terminolojinin seküler devlette nasıl yeniden üretildiğinin göstergesidir.
Teolojik iktidarın sekülerleşmiş biçimleri
Teolojik iktidarlar sadece mollaların, şeyhlerin değil. Aynı zamanda teknokratların, siyasetçilerin ve bürokratların eliyle de uygulanır. Dinin açıkça yönettiği bir sistemde değilsek bile, dine göre yöneten bir sistemin içindeyiz. Örneğin Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı, doğrudan cumhurbaşkanına bağlı bir kurumdur ve yılda milyarlarca lira bütçe alır. Bu kurum, dini yorumlamakla kalmaz; siyasi otoritenin ideolojisini de dini kılıfa sokarak halka yayar. Halkı Tanrı ve din fatazması içinde dolandırır. Yoksulluğu meşruiyet içinde tutarak, dinci teoloji üzerinde bolca demogojiler yapar.
Yani “laik devlet” görünümü altında, teokratik bir örgütlenme yürürlüktedir. Eğitim sistemi, müfredatlar, medya, hukuk, hatta sağlık ve aile politikaları bile dini normlara göre şekillendirilmektedir. Bu, teolojik iktidarın kurumsal bir devlete dönüşmesi demektir. Somut örneği Erdoğan’ın kültürel değişim için dinci örgütlenmeye özel olarak öne çıkardı.
Kapitalist devletin dinle kurduğu ilişki iki yönlüdür
Birincisi, dinin devletleşmesidir: Yani dinin kurumsal yapısının, devletin resmi ideolojik aygıtı haline gelmesidir. Tarikatlar, cemaatler, dini vakıflar, eğitim kurumları doğrudan devletle çalışır. Devlet, bu yapıların ideolojik gücünden beslenir.
İkincisi, devletin dinselleşmesidir: Yani devletin yönetme tarzının, siyasal kararlarının, yasalarının dini referanslara göre biçimlenmesidir. Bu noktada laiklik yalnızca bir “görüntü” haline gelir.
Bu çift yönlü ilişki, egemen sınıf açısından son derece kullanışlıdır. Bir yandan devlete mutlak bağlılık kutsanırken, öte yandan dini kurumlar “halka ulaşma” kanalı haline gelir. Böylece kitlelerin hem vicdanı hem aklı kuşatılmış olur.
21. yüzyılda tanık olduğumuz bazı otoriterleşme biçimleri, klasik faşizmin ötesinde din referanslı faşizm modeline dönüşmektedir. Erdoğan rejimi bu konuda tipik bir örnektir. Dini simgelerle donatılmış bir liderlik, hutbelerle ilan edilen siyasi kararlar, cuma vaazlarında muhalefetin hedef gösterilmesi, kadınlara yönelik dini dayatmalar, içki yasağından kürtaj karşıtlığına kadar birçok konuda dini değerlerin hukuk normlarının yerine geçmesi…
Bu, şeriatın açıkça ilan edilmediği ama şeriat düzeninin fiilen inşa edildiği bir modeldir. Siyasal İslamcılık ile kapitalist ekonomi arasında kurulan bu sentez, hem sermaye sınıfını hem dindar kitleleri memnun eden bir formül sunar. Kapitalist bir devlet, dindar bir toplum ve otoriter bir liderlik. Bu üçlü sacayağı, modern teokratik faşizmin tarifidir. Somut örneği Ortadoğu’daki devletlerin durumu.
Küresel Bir Strateji dini beslemek ve korumak
Bu durum yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Rusya’da Putin Ortodoks kilisesine sıkıca bağlıdır. ABD’de evangelistler seçim sonuçlarını belirler. İsrail’de Netanyahu, Tevrat’ı işgal politikalarının temeli yapar. Hindistan’da Modi, Hindu milliyetçiliği üzerinden devleti yönetir. Bu ülkelerdeki liderler, farklı dinler adına aynı şeyi yapar: devleti kutsallaştırmak, halkı itaatkâr kılmak, muhalefeti şeytanlaştırmak. Bu da gösteriyor ki, dinle yönetmek evrensel bir egemenlik stratejisidir. Din, burada Tanrı’dan çok iktidarın Tanrı maskesidir.
Dinin Siyasallaşması,
Devletin Teolojikleştirmesi, sıyasi alanda demokrasinin inkarı olarak benimseniyor.
Kapitalist devlet, halkı yönetirken sadece ekonomik araçlara değil, dinsel duygulara da dayanır. Bu, hem rızayı üretmek için hem de muhalefeti bastırmak için işlevseldir. Teolojik iktidar, artık sadece mabetlerde değil, meclislerde, televizyon ekranlarında, mahkeme salonlarında ve okullarda hüküm sürmektedir.
Bu durumu anlamadan, ne modern otoriter rejimleri, ne halkın itaatini, ne de devrimci mücadelenin zorluklarını kavrayabiliriz. Kapitalist devletin dinsel aygıtlarını kırmadan, ne sekülerleşme tamamlanabilir, ne özgürlük kazanılabilir. Dinle uzlaşılarak ileriye doğru anlamlı bir adım atılmaz. Politik dinle uzlaşmak halkı aldatmak anlamına gelir.
Kapitalizmin krizleri daha derinleştikçe, dinin siyasal kullanımı da daha saldırgan hale gelecektir. Bu nedenle dinle ideolojik bir hesaplaşma, sadece düşünsel bir mesele değil, aynı zamanda politik bir görevdir.
TANRI, ULUS VE AİLE
KAPİTALİST TOPLUMUN BİLEŞENLERİ
Kapitalist sistem yalnızca ekonomik bir yapı değil, aynı zamanda ideolojik bir inşa sürecidir. Bu ideolojik yapının üç temel sütunu tarihsel olarak Tanrı, ulus ve aile kavramlarıyla kurulmuştur. Bu kavramlar, bireyin sisteme bağlanmasını sağlar; itaat kültürünü üretir ve sorgulama yetisini köreltir. Kapitalizm, kendisini yalnızca piyasa mekanizmalarıyla değil, bu üçlü ideolojik aygıt üzerinden yeniden üretir. Tanrı, ulus ve aile, aynı zamanda baskı aygıtlarının en kutsal kisveleridir. Toplumda ideolojik ağırlık sağlamak, devletin varlığını uzatır. Kapitalist sistemin özel çabası, sömürücü sistemi sürekli kılmaktır.
Tanrı kapitalist meşruiyetin İdeolojik ve politik Aracıdır.
Kapitalizmin krize girdiği her dönemde Tanrı yeniden sahneye çıkar. Çünkü Tanrı, kapitalist düzenin ilahi koruyucusudur. Egemen sınıflar, yoksullara kaderi öğütlerken, zenginliği Tanrı’nın ödülü olarak gösterir. Herkes kendi sınıfsal pozisyonunu, göksel bir yazgı olarak kabullenmeye çağrılır. Tanrı bu düzlemde bir metafizik inanç değil, siyasal bir otorite kaynağıdır.
Tanrı inancı sayesinde halk, kendi sefaletine razı olur. “Sabret, Allah büyüktür”, “Bu dünya bir imtihandır” gibi dogmalar, sınıf mücadelesini erteleyen uyuşturuculardır. Kapitalist sistemin sürdürülebilmesi için halkın hak arayışını değil, dua etmesini tercih eder. Tanrı bu nedenle kapitalist sistemin vazgeçilmez bir ideolojik aparatıdır. Onun adına konuşan kurumlar –kilise, cami, tarikat, din adamı sınıfı– doğrudan burjuva egemenliğine hizmet eder ve bu kurumlar sistem tarafında güçlü bir şekilde finase edilir.
Ulus bilincin düşmanlığı.
Ulusal bilincin ilerciliğinin, düşmanlaşması evrimi.
Kapitalist toplumda birey yalnızdır; ama bu yalnızlık ulus adı verilen büyük bir soyut kimlikle örtülür. Ulus, insanın soyut bir birlik duygusuna bağlanmasını sağlar. Sınıfsal kimlikler ulusal kimlik içinde eritilir. Patron da işçi de “aynı milletin evladı” ilan edilir. Sömürüyü görünmez kılmanın yolu, herkesi aynı bayrak altında eşitlemektir. Ulus ve bayrak üzerinde üretilen ideolojik gericilik, toplumsal alanda tutuculu bir toplum oluşmasına zemin hazırlıyor.
Ulus kavramı aynı zamanda militarizmi, şovenizmi ve ayrımcılığı da besler. Emperyalist savaşlarda ulus kimliği, bayarak ve toprak üzerinde ulusal bir konsensüs oluşur. Yabancı düşmanlığı, dini kutuplaşma ve ırkçılık ulusal kimliğin içinde organik biçimde bulunur. Ulusçuluk, halkların birlikte yaşamasını değil, birbirine düşman olmasını sağlar. Bu nedenle ulus, kapitalist sistemin hem iç barışı bastırmak, hem dış düşmanlar yaratmak için kullandığı siyasi bir mayın tarlasıdır.
Ulus fikri, özellikle kriz anlarında öne çıkar. Toplumsal öfke sınıflara değil, “dış mihraklara” yönlendirilir. Bu süreç çok bilinçli hazırlanır. İşçi, kendisini sömüren patrona değil, başka bir etnik kimliğe karşı savaşmaya çağrılır. Bu, sistemin kendisini aklama stratejisidir. Savaşlarda bu strateji kabul bulur toplumda. Emperyalist Savaşlarda sınıf bilinci, silahı kendi burjuvazisine çevirmeyi savunur. ileri bir devrimci bir parti burjuvazinin ideolojik değerleri ile mücadele eder.
Aile küçük bir devlet, işkence yapan bir kurum.
Aile, en eski ve en gerici toplumsal kurumdur. Kapitalist sistem, ailenin “doğal bir sevgi birliği” olduğu yalanını sürekli işler. Oysa aile, sistemin en temel üretim ve yeniden üretim birimidir. Kadının emeğini ücretsiz kullanan, çocukları itaat kültürüyle biçimlendiren ve erkek egemenliğini kutsayan birkurumdur. Kapitalist sistemin devamı için aile, hem üretim dışı emek alanı (ev işleri, çocuk bakımı, yaşlı bakımı) hem de ideolojik bir denetim mekanıdır.
Kadına biçilen rollerin çoğu ailede belirlenir: itaatkar, fedakâr, sabırlı, sessiz. Kadın, aile içindeki ücretsiz iş gücü olarak konumlandırılır. Bu emeğin karşılığı yoktur. Kapitalizm, kadının ev içi emeğini sermaye için bedavaya getiren sistemli bir soygun mekanizması kurmuştur. Kadın aile içinde şiddet ve baskı görmesi, tıpkı devletin yoksulları ezmesi ve sömürmesi gibidir.
Çocuklar aile içinde hiyerarşik itaate alıştırılır. Baba otoritesiyle başlayan bu düzen, okulda öğretmen, sokakta polis, fabrikada patron, devlette lider biçiminde büyür. Bu anlamda aile, devletin çekirdeğidir. Sessiz bir disiplin rejimiyle bireyi şekillendirir. Bu yüzden aile, kapitalizmin en güvenli ve en tehlikeli ideolojik alanıdır.
Tanrı, ulus ve aile… Her biri ayrı işlevlere sahiptir ama birbirlerini tamamlayan üçlü bir sacayağıdır. Aile, bireyi hazırlar; ulus, ona soyut bir aidiyet verir; Tanrı ise bu düzene ilahi anlam katar. Kapitalist sistem bu üçlüye dayanarak bireyi itaat eden, aidiyet duyan ve sorgulamayan bir varlığa dönüştürür.
Kapitalist kriz derinleştikçe, bu üç aygıt daha yoğun biçimde devreye girer. Üçü homojen bir kimlik yaratırlar.
Çünkü ideolojik kontrol, ekonomik baskının sürdürülebilirliğini sağlar. İnsanlar yoksullaştıkça, Tanrı’ya daha çok dua eder; toplum kutuplaştıkça, ulusa daha çok bağlanır; yalnızlaştıkça, aileye sığınır. Böylece sistemin çöktüğü yerde, üçlü ideolojik aparat yeniden tahkim edilir.
Bu üçlü dağıtılmadan toplumsal özgürlük sağlanamaz.
Tanrı miti, ulus yanılsaması ve aile kutsallığı yıkılmadan; özgür bir toplum kurulamaz. Bu üçlü, kapitalizmin yalnızca ahlaki değil, siyasi ve ekonomik denetimini de elinde tutar. Her biri yıkıcı olur ama, susturucu aygıtlar olarak işler. Devrimci mücadele, yalnızca devlete ve sermayeye değil, aynı zamanda bu ideolojik aygıtlara karşı da verilmelidir.
Yeni bir dünya kurmak istiyorsak, Tanrı’dan kurtulmak kadar, aileden ve ulustan da kopmayı göze almalıyız. Birey, gerçek anlamda ancak bu üçlü tahakkümün dışına çıkabildiğinde özgürleşebilir. Devrim, sadece üretim araçlarının değil, inançların, kimliklerin ve ilişkilerin de dönüşümüdür. Bu sürecin etkili sonuç vermesi devrimcilerin etkili çalışmasına bağlıdır.
KAPİTALİST PATRİYARKANIN İNŞASI
AİLE, KADIN VE DİN
Tanrı–ulus–aile üçlüsünün özellikle kadın üzerindeki etkisini ve kapitalist patriyarkanın nasıl inşa edildiğini yazıda anlatmaya çalışacağım.
Ataerkillik ya da patriyarki, erkek otoritesine dayanan bir tür toplumsal örgütlenme düzenidir. Bu düzenin temelini erkeğin üstünlüğü fikri oluşturur. Soy erkekler tarafından belirlenir, hakimiyet erkeklerindir. Bu toplumlarda erkeklere kadınlardan daha çok saygı gösterilir. Kapitalist sistemin kadının emeğine ihtiyaç duydukça, kadını aile içindeki çalışmasını dışında, iş gücünü emek pazarında kapitalist sisteme vermeye başladı.
Polijini, poligami (çok eşlilik) türü evliliğin erkek egemen (babaerkil) toplumlarda görülen biçimidir. Bu evlilik tipinde erkek birden fazla kadınla evlenebilir. Bunun oluşmasında pek çok sosyo-kültürel, ekonomik, siyasi, demografik etken mevcut olabilir. İslam erkeğe çok fazla avantajlar verilmiş bir dindir.
Kapitalist sistemin ideolojik aygıtları yalnızca sömürü düzenini sürdürmekle kalmaz; aynı zamanda kadının tarihsel ezilme biçimini yeniden üretir. Aile, din ve devlet üçgeninde kurulan patriyarka, kapitalizmin çıkarlarına uyarlanmış bir erkek egemenliğidir. Bu sistemin içinde kadın, hem bedeni hem emeği hem de kimliği üzerinden denetime tabi tutulur. Erkeklik iktidarı, yalnızca bir cinsiyet üstünlüğü değil, doğrudan ekonomik ve ideolojik bir tahakküm biçimidir. Dolaysıyla kapitalist sistemde kadın özgür olamadı. Kadının özgür olmamasından egemen erkek ideolojisinin etkisi tartışılmaz.
Ücretsiz emek, kadın ve aile
Kapitalist sistemin aile kurumu, kadının hem üretim dışı emeğini hem de duygusal, bedensel, cinsel emeğini denetler. Kadın, ev içinde annelik, eşlik, bakıcılık ve temizlikçilik gibi görevlerle tanımlanır. Bu roller kutsallaştırılarak kadına dayatılır. Bu emeğin karşılığı yoktur. Devlet, piyasa ve erkek, bu emeği ücretsiz olarak sömürür. Kadın ne maaş alır ne de hak. Kadının sömürüsü ilk ailede başlamıştır.
Kadınlara “aileyi korumak”, “çocukları yetiştirmek”, “erkeği mutlu etmek” gibi roller biçen bu düzen, kadını toplumsal üretimin dışına iterken, onun ev içi emeğiyle sermayenin dışarıdaki üretimini destekler. Kadının görünmeyen emeği, sermayenin görünür karına dönüşür. Ancak bu realite kadın tarafında bile görülmez . Kapitalist sistemde kadın erkeğin zevklerine göre bir hayat hakkı verilmiş
Din ve kadının tutsaklığı
Din, tarih boyunca kadının düşmanı olmuştur. Bütün tek tanrılı dinlerde kadın günahın kaynağı, şeytanın aracı, erkeğin hizmetçisi, erkeğe ait bir mülktür. Kutsal kitaplar kadını aşağılar: Adem’in kaburga kemiğinden yaratılır, günahın ilk faili olur, örtünmesi gerekir, itaat etmelidir. Bu türden söylemler, sadece metafizik inançlar değildir. Bunlar ideolojik ayarlardır. Kadın kapitalist sistemde direndik ve hak aradıkça nispeten kimi sosyal haklar sahibi oldu.
Din, kadının toplumdaki yerini kutsal bir şekilde belirler: Evde, sessiz, iffetli ve itaatkâr. Bu dinî düzenekler, kadını modern toplumda da baskı altına alır. Cinsellik tabu haline getirilir, kadın cinselliği sadece erkeğe hizmet içindir. Kadın bedeni denetlenir, kontrol edilir, saklanır. Kürtaj yasaklanır, doğum kontrolü engellenir, kadınlar doğurganlık ve annelik üzerinden tanımlanır. Kadının sosyal hayatı, erkeğin çıkarlarına göre çeşitleniyor.
Din kurumları bu düzene ideolojik meşruiyet sunar. Cami, kilise, sinagog veya tarikat evleri. Her biri kadının “yerini bilmesini” sağlayan ideolojik fabrikalardır. Kadın burada Tanrı’ya değil, erkek egemenliğine ibadet eder. Bu nedenle dini yapılar, kapitalist patriyarkanın en güçlü kaleleridir.
Devletin rölü ve yasal erkeklik
Kapitalist devlet, görünüşte cinsiyetler arasında eşitliği savunsa da pratikte patriyarkanın hukukçusudur. Erkek ve kadın eşitliği üzerinde, kapitalist sistemde bolca soyut iddia var. Ama pratikte erkek egemenliği devam eder.
Yasalar, geleneksel aileyi korur, evlilik kurumunu kutsar, kadın cinayetlerini “tahrik” indirimleriyle teşvik eder. Kolluk güçleri, şiddet gören kadını değil, düzeni bozan “asi kadını” suçlar. Erkek şiddeti bireysel sapkınlık değil, sistemsel bir terbiye aracıdır. Kadın egemen sistemin erkek baskılarına karşı ses verdikçe, hak arama mücadelesini yükseldikçe, özgürlük alanını genişletiyor.
Kadınların boşanması, miras hakkı, eşit işe eşit ücret talebi gibi hakları, hem din hem devlet tarafından ya bastırılır ya oyalama taktikleriyle geciktirilir. Erkeklik burada sadece bireysel değil, kurumsal bir erk haline gelir. Yargı, medya, siyaset, eğitim kurumları bu erkin taşıyıcısıdır.
Kapitalizmin kadın ideolojisi
Kapitalizm bir yandan kadını eve hapsederken, öte yandan onun bedenini ve emeğini ticarileştirir. Reklamlar, diziler, sosyal medya, moda sektörü. Kadının güzelliği bir meta haline gelir. Kadın ya anne olur ya da arzu nesnesi. Bu ikili tuzak, kadını hiçbir zaman birey olarak kabul etmez. Kadın ne ister, ne düşünür, nasıl yaşamak ister? Bu soruların cevabı yoktur. Çünkü sistemin umurunda değildir.
Kadın özgürlüğü, sadece yasal eşitlikle sağlanamaz. Kadın özgürlüğü, Tanrı’nın inkârını, ulus fikrinin yıkımını, ailenin çöküşünü gerektirir. Kapitalist patriyarka bu üçlü sacayağıyla ayakta durur. Kadın, aileden koptukça, Tanrı’dan uzaklaştıkça ve ulusal kimlikten sıyrıldıkça özgürleşebilir.
Devrimci bir tez olarak kadının özgürlüğü olmadan, hiçbir devrim hedefine varmaz. Bir anlamda devrimin kalıcı hale gelmesi, için kadının devrimci mücadelede aktif olmasına bağlıdır.
Kadınların özgürleşmesi, bir yan mesele değildir. Kadınlar özgürleşmeden toplum özgürleşemez. Kadın özgürlüğü için mücadele, yalnızca erkek egemenliğine değil, aynı zamanda kapitalizmin ve dinin ideolojik tahakkümüne karşı mücadeledir. Kadını zincirleyen her şey –aile, din, yasa, gelenek– devrimci eleştirinin hedefi olmalıdır.
Tanrı’nın kadına biçtiği rol yıkılmadan, ulusun kadına yüklediği aidiyet parçalanmadan ve ailenin kadına dayattığı kölelik reddedilmeden, yeni bir insanlık kurulamaz. Kapitalizmin krizi derinleştikçe, kadınlar üzerindeki baskı artacaktır. Bu nedenle kadınların mücadeledeki yeri merkezîdir ve kadınsız devrim olmaz.
TOPLUMSAL PSİKOLOJİDE
İnanç, sömürü ve itaat ideolojisi
Din-toplum ilişkisini derinlemesine analiz edilmesi gereken bir olgu. Halkın neden gönüllü olarak Tanrı’ya, devlete ve düzene boyun eğdiğini anlatmaya çalışacağım.
Din yalnızca yukarıdan inen bir ideoloji değil, aynı zamanda kitlelerin gönüllü olarak benimsediği bir teslimiyet biçimidir. Bu teslimiyet, asırlardır halka empoze ediliyor.
Dinin etkisi yalnızca camide, kilisede ya da tapınakta değil; insan zihninde, duygularında, korkularında ve alışkanlıklarında yaşar. İnanç, sömürü düzeninin psikolojik teminatıdır. Çünkü insanlar, kaderlerine Tanrı adıyla rıza gösterdiklerinde; egemenler, hiçbir baskı uygulamadan toplumu yönetebilir hale gelir.
Korkunun organize edilmiş biçimi olan inanç üzerine
İnanç, doğrudan bilgiye değil, korkuya dayanır. Tanrı, her şeyi gören, bilen ve cezalandıran mutlak bir gözdür. Bu göz, bireyin içselleştirdiği denetim mekanizmasıdır. Panoptikonun dinsel versiyonu, İnsan kendisini sürekli gözetleniyormuş gibi hisseder. “Tanrı her şeyi görüyor” ve herşey kadirdir düşüncesi, bireyin davranışlarını kontrol eder. Bu, dışsal bir baskıdan çok daha etkili bir içsel otosansürdür. “Tanrı korkusu” evrensel bir olguya dönüştü, dönüştürdü.
Bu korku ideolojisi, yalnızca bireysel değil, kolektif bir itaati yaratır. Milyonlarca insan cehennem korkusuyla itaat eder, “Allah rızası” uğruna susar, dua eder, bekler. Böylece gerçek nedenlerle değil, hayalî sonuçlarla yaşamaya başlar.
Sömürüye ve boyun eğmeye gönüllü rıza
İnanç, yoksulun zenginliği kutsamasını sağlar. Fakir, Tanrı’nın onu “imtihan ettiğini” düşünür. Zengin ise, Tanrı’nın onu “ödüllendirdiğine” inanır. Bu noktada dini bütün kurumlar yoğun bir ideolojik propaganda içindeler. Böylece sınıf çatışması, ilahi bir adalet anlatısıyla bastırılır. Din, yoksulluğu isyan gerekçesi değil, sabır nedeni yapar. Herkes yerini bilirse, öteki dünyada ödül vardır, tezi kabul bulan “ideolojik bir argümandır”.
Bu mekanizma, kapitalist sistemin en etkili ideolojik ve psikolojik silahıdır. İnsanlar sömürülür, ama şükreder. Açtır ama oruç tutar. Çalışır ama tevekkül eder. Bu teslimiyetin nedeni bilgi eksikliği değil, ideolojik şartlanmadır. Din, sorgulamayı günah ilan ederek, bilincin potansiyelini bastırır. Din kitaplarında yazılanları kutsal metinler olarak anlatılır.
Dinle üzerinde kurulan patolojik İlişki ve günah
Dinle kurulan ilişki, bireyin yalnızlığından, çaresizliğinden ve anlamsızlık duygusundan beslenir. Tanrı, bu duygulara çare gibi sunulur. Bu nedenle din yalnızca bir inanç değil, psikolojik bir sığınaktır. İnsanlar sistemin ürettiği travmalara, yine sistemin sunduğu Tanrı’yla baş etmeye çalışır.
Bu döngü kırılmadıkça, toplum hem şikâyetçi hem rıza gösteren bir ikiyüzlülüğe mahkûm olur. İnsanlar adaletsizlikten yakınır ama kader der; sömürülür ama “nasip” der. Bu, kolektif bir zihinsel uyuşma halidir.
Din toplumu devrimci olmaz
Din toplumu, değişimi değil, korunmayı esas alır. Tanrısal düzen mükemmeldir; insan kusurludur. Bu anlayış, devrim fikrine düşmandır. Çünkü devrim, kusurlu bir dünyayı değiştirme iradesidir. Din ise, dünyayı kaderle açıklama yöntemidir. Bu yüzden din ile devrim birbirine zıttır. Ve çözümü devrimci niteliktedir.
Din toplumu, eleştiriye, sorguya ve yeniliğe kapalıdır. Her şey kutsallaşmıştır. Kutsal kitap, kutsal aile, kutsal vatan, kutsal lider. Bu kutsallıklar dokunulmazlık üretir. Oysa devrimci akıl, dokunmakla, sorgulamakla başlar. Din toplumunda bu mümkün değildir. İtaat bir erdem, isyan bir suçtur. Bu ideoloji halka sunulurken, çok boyutlu bir metotla denenir.
Zihinsel zincirler kırılmadan, toplumsal değişim olamaz gerçeğini anlamak önemli.
Kapitalist sistemin krizi sadece ekonomik değildir; aynı zamanda zihinsel bir teslimiyetin krizidir. Din, bu zihinsel teslimiyetin baş mimarıdır. Din yıkılmadan bilinç özgürleşemez. İnanç, cehalet ve korku üçlüsü parçalanmadıkça devrim mümkün değildir.
Bugün halk kitlelerinin çoğu, sömürüldüğünü bilse de bunu değiştirecek cesarete sahip değil. Çünkü din, cesareti günah, bilgiyi kibir, isyanı sapkınlık ilan etmiştir. Oysa insanın özgürleşmesi için önce Tanrı’ya olan ihtiyacını, sonra devlete olan sadakatini, en sonunda da ailenin sıcak şiddetini terk etmesi gerekir.
Devrim yalnızca dışsal bir başkaldırı değil, içsel bir özgürleşmedir. Dinin psikolojik esaretinden kurtulmadan, hiçbir toplumsal zincir kopmaz. Bu nedenle devrim, bir bilinç devrimidir: Korkudan bilgiye, kaderden eyleme, sabırdan mücadeleye geçişin adıdır. Toplum bilincinden değişim yaşanmadan, dinle bütünleşen kapitalist ideoloji aşılmadan, devrim mümkün değildir.
KADERCİLİK (FATALİZM) ÜZERİNE NOTLAR
“Kader, hayatta kaçamadığımız bir gerçektir.” “Bir alın yazısıdır.” “Yaşam, önceden yazılmış bir amel defteridir.” “Kaderi yazan ve belirleyen Allah’tır.” “Allah, insanlar için en doğru olanı yazmıştır.”
Bu ve benzeri söylemler, kader anlayışını savunmak için sıkça tekrarlanır. Teolojinin değerleri içinde şekillenen ve tanrıya bağlanan bu kader söylemi, dini bir motif olarak halka sunulur. Ne yazık ki halk, yüzyıllardır bu büyük yalanla kandırılmaktadır.
Allah’a atfedilen kader, aslında insanı bir korku duvarının arkasına hapsetme çabasıdır. Düşünmeyen, düşündüğünü dile getirmekten korkan bir toplum yaratmak isteyen egemen sınıflar, kader kavramını halkın bilincine yerleştirmek için çok yönlü çabalar sarf etmişlerdir. Teokrasinin egemen olduğu dönemlerde kader düşüncesi, din adamları aracılığıyla toplumlara yoğun biçimde işlenmiştir. Tamamen dini referanslarla beslenen bu anlayış, insan yaşamıyla derin bir çelişki içerisindedir.
Bu Günlük hayatla açıkça ters düşen kader fikri, kurmaca yorumlarla halkı manipüle etmek için kullanılmıştır. Oysa gerçekte kader diye bir olgu yoktur. Bu konuda öne sürülen teorik iddialar, yalnızca fantastik yorumlardan ibarettir. Günlük yaşamın içinde, binlerce kez bu gerçeklik doğrulanmıştır. Kaderi bir düşünme biçimi olarak dayatanlar, giderek onu bir kültüre dönüştürmeye çalışmış, bunun için de teokratik bir ahlak inşa etmişlerdir.
Kader anlayışı, günlük hayatta yanlışların ve haksızlıkların üstünü örten bir söyleme dönüşmüştür. Egemenlerin kendi çıkarları doğrultusunda dile getirdiği bu kavram, eklektik bir yapı sergiler. Bilinmeyen bir güce bağlanan kader, bütünlüklü bir sistemin parçası hâline gelir. Öteki dünyayla ilişkilendirilerek daha da büyütülen bu kavram, insanın zihninde korkunun mimarı olur.
Eğitimsiz, yoksul ve çaresiz toplumlarda kader, bir umut kapısı gibi sunulur. Bu dünyadan koparılan insanlar, gerçekle ilgisi olmayan sanal bir inanca bağlanır. İçinde bulundukları maddi ve manevi sıkıntıların nedenini sorgulamasınlar diye, hayali bir cennet tasviriyle avunmaları sağlanır.
Böylece insan, bu dünya ile öteki dünya arasında sıkıştırılır. Kader aracılığıyla çaresiz, suskun ve boyun eğmiş hâle getirilir. Egemen sınıflar tarafından kader, yaşanan zorlukların “alın yazısı” gibi görülmesi için bir manipülasyon aracı olarak kullanılır. Ne var ki aynı tanrı, egemenlere ayrıcalıklı bir hayat sunarken, yoksullara sefalet içinde bir yaşam reva görmektedir. Bu çelişki giderek daha görünür hâle gelmektedir.
Bazı toplumlar bu çelişkileri fark etmiş, eğitim ve bilinç düzeyiyle bu söylemi aşmayı başarmıştır. Ancak bazı toplumlar, hâlâ bu hayalî alın yazısının zincirleriyle yaşamakta ve kader düşüncesiyle kendilerini avutmaktadır. Tanrı, kutsal kitaplar ve peygamber anlatılarıyla desteklenen bu korku kültürü, kader kavramını besleyerek ayakta tutmaktadır.
Kader inancı özellikle yoksullar arasında daha yaygındır. Nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan yoksul kesimler, “Tanrı sevdiği kulunu yoksul bırakırmış” gibi masallara inandırılmışlardır. Oysa maddi ve manevi anlamda en kötü kaderi bu yoksullara yazdığı iddia edilen Tanrı, en güzel hayatı da küçük bir azınlığa bahşetmiştir. Bu çelişkiyi anlamak için büyük bilgilere sahip olmak gerekmez. Sadece yaşananı sorgulama bilinci yeterlidir.
Ancak çoğunluk, bu sorgulama bilincinden uzaktır. Cennete dair hayallere kapılarak, bu dünyada zararsız varlıklar hâline gelmişlerdir. Ve tam da egemenlerin istediği budur. Boyun eğen, isyan etmeyen, sessiz kalan insanlar…
Kader ve alın yazısı denilen şeylerin yazıldığı bir yer yoktur. Kader, tamamen dini bir kurgudur. Tanrı’ya atfedilen bu anlayış, toplumsal yaşam içinde işlevsiz ve çelişkili bir konumdadır. Günlük yaşam içinde kader, giderek saçma bir safsataya dönüşmüştür. Sistemin basit bir aldatmacası haline gelmiştir.
Bazen insanlar en sıradan sorunlar karşısında çaresiz kalabilir. Çözüm bulamadığında, bunu “kader” diye adlandırır. Ancak bu, gerçek bir kader değildir. Bu yalnızca güçsüzlük halinin adıdır.
Nİslam coğrafyasında kader inancının bu kadar güçlü olmasının birçok nedeni vardır. Toplumun sosyal ve kültürel yapısı çağın gerisinde kalmıştır. Eğitimsizlik, yoksulluk ve bilinçsizlik, bu inancın yayılmasına zemin hazırlamıştır. Böylece halk, kendisine yazılan cehennem vari bir hayatı “kader” zanneder hale gelmiştir.
TANRIYA ADANAN LÜKS MEKANLAR
Tanrı’ya “lüksü mekanlarda” ibadet
düşüncesi, egemenlerin her çağda baş vurdukları bir yöntemdir.
Birçok dini gelenekte, ibadet için inşa edilen büyük, gösterişli tapınaklar, camiler, katedraller, saraylar vardır. Bunlar “Tanrı’ya saygı ve yücelik” göstergesi olarak kabul edilir. Ancak bu durumun ardında birçok neden bulunur.
İnsanın kendi ihtişamını ve gücünü yansıtma çabası kronik bir tarihtir.
Aslında bu büyük yapılar çoğunlukla insanın kendi kudretini, zenginliğini, statüsünü göstermek için yapılır. “Tanrı adına” yapılır, ama genellikle egemen sınıfların ve dini kurumların ihtişamı içindir. Bu din mekanlarında halkı bir arada tutmak için kurgulanmış büyük bir strateji olduğu kesin.
Tanrı’nın büyüklüğünü sembolize etme noktasında atılan adım İnsanlar, çok etkili olmuştur. Tanrı’yı en yüce varlık olarak gördükleri için onun yüceliğini yansıtmak isterler. Ancak burada Tanrı’nın gerçekten lüksü sevdiği değil, insanların Tanrı’yı böyle temsil etmek istediği anlamı çıkar. Tanrının “lüks sevmesi” burada bir ironidir. Gerçek olmayın bir “yaratık” adına albeni çekicilik vermek dincilğin masum olmayan halidir ve güçlü bir örgütlenmedir.
Biat ve itaatin sembolü gibi görülen mekanlar, çok ciddi manipülasyonlarla ve illüzyonlarla herkesin etkilemiştir. İbadet mekânlarının görkemli olması, insanların Tanrı’ya “bağlılığını ve itaatini” somutlaştıran bir güç gösterisidir. İnsanlar burada hem Tanrı’ya hem de toplumsal düzeni temsil eden dini otoriteye biat ederler.
Tanrı neden kendisine biat edilmesini ister? Bu soru gerçekten anlamlıdır. Tanrı’ya ibadet bir “ideolojik” kültürel faaliyet gibi görünsede, asıl amaç halkı bu yerlerde bir itaat sürüsüne dönüştürmektir. Bu mekanlarda Tanrının “yüceliğini” üzerinde insanlar uyuşturuluyor. Bu, dinlerin en temel sorularından biridir ve bu noktada farklı yaklaşımlar bulunuyor. Farklı yaklaşımların birleştiği ortak nokta, Tanrı adına kurulu düzenin ayakta tutmaktır. Bu kurulu düzende dediğimiz şey, adaletin bulunmadığı bir insan dünyasıdır. Tanrı adına, sömürülen insanların tepkilerini geciktirmektir.
Tanrı adına üretilenmetinlere göre: Tanrı, insanların doğru yolda olması, ahlaki kurallara uyması ve toplumsal düzenin korunması için ibadet ve itaat ister. Bu, bir tür “kutsal düzen” talebidir. Ancak bu soyut doğrular yerine getirilmesi mümkün olmadığını bütün dinlerin tarihinde görmek mümkün. Yani insan bilincini tutsak eden dinlerdeki bu asıl çaba, insan dünyasındaki toplumsal çelişkinin görülmesini engellemektedir.
Eleştirel ve materyalist bakış açısına göre, Tanrı’nın biat istemesi, insanları kontrol altında tutmak için üretilmiş bir ideolojik araçtır. İtaat, din kurumlarının toplumsal iktidarını koruması için zorunludur. Bu olmadan sistemin kendini koruma şansı yoktur. Lüks ibadet yerlerin temel stratejisi, toplum fantastik “değerlere” inanmaya ikna etmektir. Bu noktada dindarlığın etkili olduğu tartışma götürmez.
Psikolojik açıdan İtaat ve ibadet, insanlarda aidiyet, anlam ve güven duygusu yaratır. Korku ve umut arasında dengeleri koruduğu gibi görünsede, uzun vadeli pratiğe yansıyan paradoks, inançsızlığa dönüşüyor. Umutsuzluk insan dünyasında bunalıma yol açıyor.
Son birkaç not daha
İnsanların büyük ve gösterişli ibadet yerleri inşa etmeleri, Tanrı’nın gerçek isteklerinden ziyade insanların kendi toplumsal ve psikolojik ihtiyaçlarından kaynaklanır.
Tanrı’nın “lüksü sevdiği” düşüncesi, çoğunlukla insan inancının ve dini kurumların temsil biçimidir. Buralardaki konfor dini kast sınıfın işine yarıyor.
İtaat ve biat ise çoğunlukla insan toplumlarında düzeni sağlama ve kontrol mekanizması olarak işlev görür. Tanrı adına inşa edilen bütün yerler halkı afyon lama yapılar dönüştü.
