Kalbimin Başkenti:Diyarbakır-2

“Düşman bellediklerimiz, hikâyelerini bilmediklerimizdir.”
Zizek

Şiiristan’daki ilk gecem. Heyecandan gözlerime bir nebze olsun uyku uğramıyor. Diyarbekir’in kadim toprakları üzerinde yaşamış Ermeni halkını düşünüyorum. Özellikle aklımdan çıkmayan bir isim var: Udi Yervant Bostancı. Bildiğim kadarıyla Yervant ağabey, bu şehre yerleşmişti. Şeyhmus Diken’in onun hakkında yazdığı yazılar ve yaptığı söyleşiler hafızamda canlı bir şekilde yankılanıyor… İlk dönüşünde soluğu kendi evinde almış. Ancak evin yerinde yeller esiyormuş. Öyle ki uduna sarılıp çalmaya ve söylemeye başlamış: “Ey felek gözün kör olsun!”

Tanıdık, aynı zamanda iç burkan acılar… Memleketim Maraş’ta yaşananlar ise bunun daha katmerlisi. 1978’de canını kurtarıp Avrupa’ya kaçmak zorunda kalan bir Kürt Alevisi yıllar sonra geri döner ve soluğu kendi evinde alır. Ama ne yazık ki evde kendisine yabancı insanlar yaşamaktadır. Durumu izah etmeye çalışır, ancak karşılık tabancayla kovulmak olur. Yervant abim ise binlerce Diyarbakırlı’nın kollarında kendini bulur; birlikte ağlarlar. O dönemde Kürt komşularının evleri de yıkılıyordu. Aynı kaderi paylaşan halkların dramı…

Aklımda Mıgırdiç Margosyan’ın “Gavur Mahallesi” adlı kitabı dönüp duruyor. Şirin mi şirin, meslek sahibi bereket insanlarını; Yaşar Kemal’in o meşhur sözü yankılanıyor: “O güzel insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.”

Diyarbakırlı Ahmed Arif’in dizeleri dudaklarımdan dökülüyor:
“Karar ferman çıkadursun yollara,
Yârîn bahçesi tarumar…”

Bu düşünceler arasında uykuya dalmışım… Sabah erkenden uyanıyorum ve dolaşmaya başlıyoruz. Önümüzde dört ayaklı minare beliriyor. Barış Elçisi Tahir Elçi’nin kızının o hüzün dolu bakışları gözümde canlanıyor… Hemen ardından Surp Giragos Kilisesi’ne varıyoruz. Kilisenin her köşesi düzenli ve tertemiz. Bahçenin bir bölümünde kitap ve hediyelik eşya satışı yapılıyor. Yanlarına gidiyorum; gözlerine kazınmış acıyı fark ediyorum. Bu kilisenin adı bile kendi içinde derin bir acının hikayesini taşıyor.

Surp Giragos’un hikayesi Konyalı Hugida’nın oğluna uzanıyor. 300’lü yıllarda aile, Hristiyan karşıtlığı sebebiyle Tarsus’a göç etmek zorunda kalır. Ancak burada da rahat yüzü göremezler. İnançlarından vazgeçmeyince hakim tarafından sorgulanırlar. Giragos ağladığı için susturulmak istenir; çocuk susmayınca hakim onu iter ve merdivenlerden yuvarlanıp başını taşa çarpar; hayatını kaybeder. İşte, bu olay nedeniyle çok sayıda kilise Surp Giragos adını taşır. Diyarbakır’daki kilise de bunlardan biri… Ermeni Kilisesi’nin yanı başında Süryani ve Keldani Kiliseleri sıralanıyor.

Süryani kardeşlerimiz artık yavaş yavaş bu topraklara dönmeye başlamışken ben düşüncelerimle hâlâ geçmişte dolanıyorum… Ezan sesine karışan çan seslerinin yankılandığı zamanlara… Hatta daha da öncesine; Ermeni kardeşlerimizle güneşi, suyu, toprağı, ağacı, börtü böceği kutsadığımız, asıl bizim biz olduğumuz döneme…

Heyecanımı yazının başında dile getirmiştim; belki de “Bir Maraşlı neden Diyarbakır için heyecanlanır?” diye sorabilirsiniz. Anlatayım; Amed’in tarihi yaklaşık sekiz bin yıl geriye uzanıyor. Çin Seddi’nden sonra dünyanın en uzun surları burada bulunuyor. Ancak en önemlisi, insanlarının içtenliği ve bir “Keke,” deyişleri vardır ki, işte ondandır ki insanlarına aşık oluyorsunuz.
Gökhan Biçer arıyor, “Keke 16:00’dan sonra Bedri (Adanır) ile geliyoruz. Dinlenmenizi istemiştik.”
Sevilmez mi bu insanlar, ne dersiniz…
Mehmet Söğüt

Benzer Haberler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu Yazıda Dikkatinizi Çekebilir!
Kapalı
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyiciyi devre dışı bırakarak bizi desteklemeyi düşünün