Kalbimin Başkenti: Diyarbakır-3

“Olancası bir tutam can,
Kadasına, belasına sunduğum,
Ben öleydim loooy…”
Ahmet Arif
Bedri ve Gökhan erkenden geldi. Anlaşılan, bizi misafir gibi görüyorlar. Oysa burada kendimi tamamen evimde hissediyordum. İçimde, herkesle uzun zamandır tanışıyormuşum gibi bir his vardı. İnsanların sıcaklığı ve samimiyeti öyle gerçek ki yabancı hissetmek için hiçbir sebep bulamıyorsun.
Otelin yanındaki çay evinde çaylarımızı içtikten sonra mistik Diyarbakır küçelerine doğru adım atıyoruz. Ancak hasta olduğum için sıcağa pek dayanamıyorum.
Bazalt taşlarından yapılmış eski bir Diyarbakır evi, kafe olarak düzenlenmiş. Dışarının kavurucu sıcağına rağmen içerisi insanı ferahlatan bir serinlik sunuyor. Kahvelerimizi içiyoruz. Ortama dikkatlice bakıyorum; ev, öylesine özenle tasarlanmış ki hayranlık uyandırıyor. Bir zamanlar bu evde kim bilir ne anılar yaşandı? Serin avlusunda belki masallar anlatıldı, belki stranlar söylendi. İşte bu yüzden bazalt taşlarına hem büyü kazınmış hem de keder. Zaten Diyarbakır, özü itibarıyla büyü ve hüznü taşıyan bir şehir değil miydi?
Şeyhmus Diken’in kitabı aklıma geliyor; evet, bu şehir sırlarını surlarına usulca fısıldıyordu. Yarım kalan hayatların tanığıydı ve elbet bir gün bu sırlar ses bulacaktı. Diyarbakır, sakinlerine öfkeyi değil sevgiyi aktarıp, oradan da acının ülkesine dalga dalga yayılacaktı. Bir gün mutlaka kardeşliğin mozaiği tamamlanacak, dünyanın dört bir yanına tespih taneleri misali dağılmış Diyarbakırlılar bir araya gelip kardeşliğin şarkısını hep birlikte söyleyeceklerdi.
“Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.”
Cahit Sıtkı Tarancı
Diyarbakır’ı her dolaştığımda, Mehmed Uzun’un neden burada gömülmek istediğini daha iyi anlıyorum; şehrin büyüsü onu da kendine çekmiş olmalı. “Dünyaya bir daha gelirsem, ne kadar tank, tüfek ve silah varsa hepsini eritip saz, cümbüş ve zurna yapacağım,” diyen rahmetli Aram Tigran da Amed’de gömülmek istemiş, fakat sistem müsaade etmemişti. Ne yazık ki Hıristiyan din adamlarının eşliğinde, yüzbinlerce Kürt ve Ermeni’nin bir araya gelebilme ihtimali onları korkutmuştu.
Ulu Cami’nin avlusuna vardığımızda, ilk olarak El Cezeri’nin dokuz yüzyıl önce yaptığı güneş saati dikkatimi çekiyor. Dünyanın ilk robotunu yapan kişi de El Cezeri’ydi. İsmiyle anlaşılacağı üzere Cizreliydi, yani Mem ile Zin’in aşkına ev sahipliği yapan toprakların insanı. Gökhan Biçer ve Bedri Adanır, caminin mimari özellikleri ile tarihini detaylı bir şekilde aktarıyor.
Ulu Cami’den ayrıldıktan sonra Cemil Paşa Konağı’na doğru yol alıyoruz. Konağa ulaşmak için dar sokaklardan hızlı adımlarla geçiyoruz, çünkü orada Gazeteciler Gecesi düzenleniyor.
Bizi sanatçı Kasım Taşdoğan’ın güçlü sesi karşılıyor; müzikal performansı gerçekten etkileyici ve adeta büyüleyici bir atmosfer yaratıyor. Tam bu sırada Sur Belediye Başkanı yanıma yaklaşıyor ve içtenlikle selam verip “Tu bı xer hatî. Çawa yî,” diye soruyor.
Mehmet Söğüt
