Çatışmanın İnşası: Etnosantrizm, Ötekileştirme ve Politik Mobilizasyon:

Uluslararası ilişkiler disiplini son yıllarda klasik pozitivist güç anlayışından uzaklaşarak kültür, kimlik, bellek ve duygu gibi soyut unsurlara yönelmiştir. Böylelikle etnik çatışmaların yalnızca ekonomik ya da siyasi çıkar mücadelelerinden ibaret olmadığı, aynı zamanda kolektif travma, kimlik oluşumu ve duygusal miras tarafından şekillendiği anlaşılmıştır. Politik psikolojinin sunduğu perspektif, bireysel korkuların ve toplumsal önyargıların uluslararası güvenlik algısını nasıl belirlediğini gösterir. Etnik çatışmalar bu anlamda kültürel farklılıkların değil, aynı zamanda iktidar mücadelesi, kaynak paylaşımı ve siyasal temsiliyet eksikliklerinin ürünüdür. Devlet yapısı, sömürge geçmişi, bölgesel eşitsizlikler ve toplumsal mobilizasyon süreçleri de bu çatışmaların oluşumunda asıl belirleyici etkendir.

Etnik çatışmaların sosyal olarak inşa edildiğini vurgulayan bazı yaklaşımlar, devletlerin çıkarlarını kimliklerinden türettiğini ve “biz” ile “öteki” arasındaki sınırların bu süreçte sürekli yeniden üretildiğini savunur. Bu bakış açısı, güvenliğin yalnızca askeri bir alan değil, aynı zamanda kimliksel bir mesele olduğunu ve devletlerin güvenlik politikalarının duygusal zeminde şekillendiğini gösterir. Bu bağlamda etnosantrizm (üst kültür inancı) kişinin kendi grubunu üstün görmesiyle ortaya çıkan ve uluslararası alanda saldırgan politikaların meşruiyet aracı hâline gelen bir eğilimdir. Ulus-devletleşme sürecinde merkezî otoritenin kimliği tekleştirmesi, çevredeki grupların kültürel tanınma, özerklik ve ekonomik pay taleplerini doğurur; bu talepler karşılanmadığında ise etnosantrik duygular siyasal mobilizasyona dönüşerek çatışma kapasitesini artırır.

Etnosantrik tutumların bilişsel, duygusal ve davranışsal düzeylerde işlediği ve korku, öfke, aşağılama gibi duyguların düşman algısını sürekli canlı tuttuğu belirtilir. Medya ve politik söylemler bu duyguları yeniden üreterek toplumda güvenlikçi atmosferi pekiştirir. Etnik kimlik ise sadece bir aidiyet hissi değil; ekonomik çıkarların, siyasal taleplerin ve toplumsal konumlanışın örgütlenme biçimidir. Bölgesel eşitsizlikler ve kaynaklara erişimdeki adaletsizlik, kimliği siyasallaştırarak talepleri daha görünür hâle getirir.

Kriz dönemlerinde öfkenin zayıf gruplara yönlendirilmesi şeklinde işleyen günah keçisi mekanizması da etnik çatışmaların önemli bir dinamiğidir. Almanya 2. Dünya savaşındaki ekonomik krizin temel nedenini Yahudilere bağlaması ve katliama yönelmesi, öfkenin zayıf toplumlara karşı nasıl geliştirildiği noktasında önemlidir. Bu süreçte hedef alınan gruplar toplumun sorunlarının nedeni olarak sunulur ve böylece dışlama, düşmanlık ve şiddet kolayca meşrulaştırılır. “Biz” ve “onlar” ayrımı derinleştikçe çatışma riski artar.

Toplumsal belleğin ve seçilmiş travmaların etnik çatışmalar üzerindeki etkisi ise çok daha derindir. Tarihsel kayıpların ve aşağılanmaların kolektif hafızada kuşaklar boyunca aktarılması, toplumsal kimliğin duygusal çekirdeğini oluşturur. Travmalar siyasi aktörler tarafından canlı tutuldukça, mağduriyet hafızası grup dayanışmasını artırır fakat diğer grupları sürekli tehdit unsuru hâline getirir. Bu seçilmiş bellek, hem güvenlik kaygılarını besler hem de karşılıklı hoş görü süreçlerini zorlaştırır.

Anlatılar, etnik grupların kimliklerini nasıl gördüklerini ve karşı grupları nasıl konumlandırdıklarını belirleyen temel araçlardır. Örneğin 1915 Ermeni Mübadelesi önemli bir anlatı, mağduriyet hafızasıdır. Ayrıca İzmir işgali sonrası yaşanan travmatik ortam her nekadar seçilmiş bir travma olsa da sürekli olarak yapılan anlatı aktarımı Anadolu toplumunda “kolektif belleğe” dönüşmüştür. Otuz-kırk yıllık anlatılan bu seçilmiş travma süreci, toplumlarda 6-7 Eylül olayları ile biz ve öteki olarak yeniden biçimlenmiştir. 1948 Nakba ( büyük acı) olayı yüzbinlerce Filistinlinin topraklarından sürülmesidir. Filistin halkının direnişinde bu mağduriyet süreci, aynı zamanda psikolojik bir mirastır. Kuşaktan kuşağa aktarılan bu yerinden etme dönemi, Filistin toplumunda kolektif tarih algısını ortaya çıkarmıştır. Geçmişin anlatılma biçimi, bugünün duygularını ve davranışlarını doğrudan etkiler. Mağduriyet hikâyelerinin sürekli yeniden üretilmesi, ötekileştirmenin doğal ve meşru bir eylem gibi görülmesine yol açar. Çatışmaların çözümü, yalnızca diplomatik metinlerle değil, bu tür anlatıların dönüştürülmesiyle mümkündür. Eğer çatışmalar diplomatik yöntemler ile çözülseydi, bugün Balkanlar, Ortadoğu, Afrika ve Asya Pasifik’te çatışma ortamları sona ermiş olurdu.

Liderlik, etnik çatışmaların seyrini belirleyen kritik bir unsurdur. Liderler duyguları mobilize eder, toplumsal talepleri örgütler ve fırsat yapılarıyla birleştiğinde çatışmayı güç mücadelesine dönüştürür. Güvenlik ikilemi ise bir tarafın güvenlik amaçlı attığı adımın diğer tarafça tehdit olarak algılanmasıyla ortaya çıkar ve çatışmayı derinleştiren karşılıklı korku döngüsüne yol açar.

Modern güvenlik anlayışı artık devlet merkezli değil, insan odaklıdır. Çünkü güvenlik algısı günümüzde salt devletlerin güç birikimine bağlı olmadığı ortaya çıkmaktadır. Dünyadaki Anarşik yapıdan kaynaklanan koşullar, Devletlerin sürekli olarak Ülke vatandaşlarına güven temin etmekten ziyade başkalarına karşı “ seviye” ( Nükleer) yarışına girişmiş olmaları tam anlamıyla durumu açıklamaktadır. Gelinen aşamada “referans nesnesi” İnsan güvenliğinin önemini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda;bireyin korkudan ve yoksunluktan arındırılmış bir yaşam sürmesi güvenliğin temel koşulu hâline gelmiştir. Savaş sonrası toplumlarda psikolojik iyileşme sağlanmadan fiziksel güvenliğin tek başına yeterli olmadığı görülmektedir. Filistin, Bosna vb bölgelerde Sürdürülebilir bir güvenlik anlayışı olmadığından mobilize girişimler toplumsal gruplar üzerinde önemli oranda kaygılar meydana getirmiştir.

Ekonomik kalkınma ve etnik çatışma arasındaki ilişki karşılıklıdır. Göreli yoksunluk siyasal mobilizasyona yol açabilir; doğal kaynakların yoğun olduğu bölgelerde( Afrika)çatışma kaynak kontrolü üzerinden, gelişmiş bölgelerde (İspanya)ise ekonomik özerklik talepleri üzerinden gelişebilir. Ancak ekonomik kalkınma duygusal ve siyasal onarımla desteklenmediği zaman kalıcı çözümler üretmez.

Müzmin (sürekli) olan çatışmalar kimliklerin birbirini reddettiği, nesiller boyu süren ve çözüm üretmeye direnen durumları ifade eder. Bu tür çatışmaların çözülebilmesi için karşılıklı varoluşun kabulü ve kimliklerin tehdit olmaktan çıkarılması gerekir. Kalıcı çözüm, ortak ekonomik çıkar alanlarının oluşturulması, eğitim yoluyla önyargıların azaltılması, medya dilinin ötekileştirme yaklaşımları sınırlandırılarak, uzlaşmacı liderlik, empati temelli arabuluculuk ve ortak bellek inşası gibi çok katmanlı stratejilerin eş zamanlı uygulanmasına bağlıdır.

Sonuç olarak etnik çatışmalar, kimlik, travma, duygu, güvenlik, liderlik ve ekonomik yapının iç içe geçtiği çok katmanlı yapılardır. Etnik çatışmaların sona erdirilmesi ve kalıcı huzurun sürdürülebilmesi için sadece gerilimli ortamın bitmesi değil, toplumların kendini yeniden güvende hissetmesi, karşı tarafı tanıması ve ortak bir gelecek kurmayı hayal edebilmesi
gerekir.

Halil Kansu.

Yararlanılan Kaynaklar

(Tugay & Duran, 2021; Kelman, 1997; Wendt, 1992; Singh, 2002; Sumner, 1906; Kinder & Kam, 2010; Hammond & Axelrod, 2006; Frijda, 2004; Bigler vd., 2006; Zawadzki, 1948; Segall, 2016; Sternberg, 2005; Volkan, 1997, 2013; Halbwachs, 2020; Tint, 2010; Baumeister & Hastings, 1997; Armoudian, 2020; Gurr, 1997; Deutsch, 1973; Baele, 2017; Kriesberg, 2007; Lederach, 1997; UNDP, 1994; Arıboğan, 2020)

Benzer Haberler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyiciyi devre dışı bırakarak bizi desteklemeyi düşünün