Mucizevi Hayatlar

Böyle bir şeyin olabileceğine asla ihtimal vermez-dim. Apak bir günle başladı her şey. Gördüklerim ve yaşadıklarım ne kadar sürdü bilemedim. Belki bir gün, belki bir hafta, belki de bir asır…
Tarihsel bir yolculuğa da çıkmış olabilirim! Böylesi bir mucizeyi beklemiyordum doğrusu.
Öğlenden sonraydı. Yverdon’un taş parkeli sokak-larını arşınlarken, şatonun bulunduğu alana geldim. Yverdon restoranlarının teraslarında oturmuş, kahvele-rini yudumluyordu insanlar. Balkonu çiçek kaplı bir restoran seçtim. Kahvemi söyleyip, şatoya diktim göz-lerimi. İlginç, duvarın dibinde bir papatya ışıldıyordu. Gözlerimi alamadım ondan. Adeta büyülüyordu beni.
Ondan yayılan ışık, dalga dalga geldi yüreğime yerleşti. Bir mutluluk şelalesiydi papatya, çağlıyor, akı-yor, sevince boğuyordu beni. Delici, yüreğime işleyen bir bakışı vardı. Renk renkti gözleri… Biri sarı, biri ak, biri mavi, biri yeşil. Biri kehribar, biri kızıl… Tıpkı Van kedisi… Ama biri vardı ki, çıkaramadım. Altın mı de-sem, bakır mı desem, bal sarısı, turuncu mu desem. Ela ela, ışıl ışıldı. Sonra kumrallaştı, söndü, hüzne büründü. Sarsıldı.
Peşi sıra inanılmaz bir patlama sesi… İrkildim, ne yapacağımı bilemedim önce. Kısa süren korku ve şaşkın-lığın ardından, restorandaki diğer insanlarla birlikte sokağa, patlamanın olduğu yere attım kendimi. Yıkıntı-ların arasından gelen iniltiler kulaklarımı dağlıyordu. Yaraşanmış pamuk saçlı bir ihtiyar yardım diliyordu benden. Yıkıntıların arasına sıkışmıştı, son nefesini verir gibiydi. Sakalından kan damlıyordu. Ellerimle çıkardım onu. İlk işi acı dolu bir gülümseme oldu.
Şehir, can havliyle sokağa fırlayanlarla dolmuştu. Sıcaktı ama kimsenin buna aldırdığı yoktu. Korku ayyu-ka çıkmıştı. İki gözü iki çeşme, yardım diliyordu bir adam. ”İki çocuğum…” diyordu, ”Şuradalardı, uçup gittiler sanki. Torunlarım nerede?”
Bir uğultu yükseliyordu gökyüzüne. Çatırtılar, ba-ğırmalar, inlemeler… Sağa, sola koşturmalar… Bazıları da, çocuklarına sarılmış, bırakmıyorlardı. Bu manzara karşısında tarifsiz bir üzüntü duyuyor, çaresizlik içinde ne yapacağımı bilmeden, sağıma soluma bakınıp duru-yordum. Tam o sırada onunla gözgöze geldim. Yüzün-deki gülüş beni kendime getirdi. Pamuk saçları rüzgâra karışmış uçuşuyordu. Uzun uzun baktım ona. Uçan, sarsak bedeni miydi, yüreği miydi, bilemedim. Ondan aldığım enerjiyle, bir enkaza saldırdım. Aşağıda bir in-leme. Yollar çatlamış, sokakları birbirine bağlayan tünel-ler çökmüştü. Şehir yoktu, dağ gibi moloz yığınları var-dı artık. Genişlettiğim bir delikten, sarı saçlı, mavi gözlü bir çocuğa ulaştım. Sakalı titredi, gözleri ışıdı pamuk saçlı bir ihtiyarın. Genişleyip, şehre yayıldı gülümseme-si. Dalga dalga, umut umut. Torunuydu sarı saçlı ço-cuk…
Dört elle yaşama sarıldı insanlar. Bezgin, kızgın Yverdon’dan, yepyeni bir şehir doğdu. Bencillik, kaşla göz arası bir dayanışma ile hüzünlü bir sevince bıraktı yerini.
Birden şatonun tepesinde buldum kendimi. Aşağı-daki göle takıldı gözüm. İsyan ediyordu adeta. ”Ah mavişim, asıl şimdi sevgilisiz kaldın. Dayanamayacağın tek şey bu olsa gerek,” dedim. Aşağı indim. Yıkıntıları eşerken bir çocuk gördüm. Deprem depremdi yüreği. Ağlaması çıldırtıyordu beni. Başını okşuyor, konuşmala-rını çözemiyordum. Pamuk saçlı da ağladı. Dayanama-yıp, sarıldım ona.
Kendime geldiğimde, küt küt ediyordu yüreğim. Az önce, onca acıya, onca yıkıntıya tanıklık eden ben değilmişim gibi sevinçliydim.
Ortalığı saran ışık halesi güçlendi, daha bir sardı beni. İbadet edercesine kenetlendim ona. Sarhoş gibiy-dim. İçimde dayanılmaz bir hafiflik. Kanatlanıp gökyü-züne uçtum. Tepeden baktım bulutlara. İliklerime kadar varlığımı hissettim. Sevinç, ışık, umut sardı içimi. Yver-don yeşillenip çiçeğe durdu. Papatya tarhlarıyla doldu sokaklar.
Dilim damağım kurudu, dudağım çöl… Masamda bir bardak su; içtim, ama sussuzluğumu gidermedi. Aşağıda, şatonun yanındaki çeşmeden su içtim. İçimin gülleri yeşerdi. Off be, kendime geldim! Yverdon miski amber. En ücra bahçelerine girdim. Cennet ü ala. Her güzellikten sonra bir diğerini keşfettim. Çiçek üstüne çiçek kokladım. Yverdon kocaman bir evren…
Süslü nohut taneleri gibi, küçük küçük tepeler. Bi-rinin tepesinde aldım soluğu. Zevkin zirvesindeyim. Göz alabildiğine ormanlık… Bir sevinç narası attım. Aşağı göle indim. Suya değdi ayaklarım. Avuç avuç su çarptım yüzüme. Yapışık gibi duran iki kuşa su serp-tim… Kaçmadılar, omuzuma çıktılar. Dili çözüldü biri-nin.”Seni seviyorum” dedi. Sevinçten nefesiz kaldım. Hüzünden, sevinci çıkardım. ”Mümkünmüş demek ki…”
Pamuk saçlıyı gördüm. ”Hayatın birçok hali var” dedi. Anında bir gülücük patlattı. Yanında iki oğlanla kara cübbeli bir papaz geçti. Onları iki şövalye izledi. Şatonun zindanından canhıraş bir çığlık yükseldi. Bir at kişnedi uzun uzun. Kulağımda nal ve tekerlek sesleri… Paytonun birinden zarif bir kadın indi. Eldiveni düştü. Yanında kaslı bir erkek bitti. Eldivenini verirken bir öpücük kondurdu eline. Önümde pamuk saçlı. ”Dünya-nın binbir hali var,” deyip geçti.
Birden kendime geldim. Şehir sapa sağlamdı. Her-hangi bir olağan üstülük yoktu. Elimde öylece duruyor-du papatya. Kurumuştu. Abuk sabuk konuşan, sarhoş bir İsviçreli birasını içiyordu. Kahvem soğumuştu. Ser-visçi kız, boşları alırken bir kaşık düşürdü. Şato az ötemde batık bir gemi gibi yükseliyordu. Ve ben kah-vemi yudumlarken, bir gün sonraki işimi düşünüyor-dum ve üstüme üstüme gelen hoyrat şefimi…


Mehmet Söğüt

Benzer Haberler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu Yazıda Dikkatinizi Çekebilir!
Kapalı
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyiciyi devre dışı bırakarak bizi desteklemeyi düşünün