HAKİKAT COĞRAFYASINA YOLCULUK
Hakikat kavramı
Felsefe söz konusu olunca kavramların açılımı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan sorular büyük önem kazanır. Ve bizler genellikle sorulara cevap bulmak için araştırma ve incelemelerimize terimlerin tanımı ile başlarız. Ancak bu önyargıya dayalı klasik bir yaklaşımdır. Hakikatin ne olduğunu bilmek istiyorsak, ebetteki sözlükteki tanımına bakmak gerekir, fakat bu sorunu anlaşılır kılmaz. Zirafelsefede “hakikat” kavramı kadar gizemini koruyan başka bir kavram yok gibidir. Bu efsunlu kavramı anlamanın en iyi yolu, “hakikatin” peşinde koşan bilge, filozof ve yol ulularının konu ile ilgili düşünce ve kuramlarını -tarihsel bağlamından koparmadan- incelemek gerekir. Söz konusu kavramın başta “Tanrı” olmak üzere, “gerçek”, “doğru” “güzel” “iyi” “yüce” vb. birçok sözcüğün yerine kullanıldığını biliyoruz.
Bu yüzdendir ki birçok filozof ve düşün adamı farklı kültür, zaman ve mekânlarda yaşamış olsalar da “hakikat” kavramına büyük önem vermişlerdir. Bir anlamda felsefe tarihi hakikat arayışıdır. Ünlü filozof Montaigne, insanın varlık gerekçesini “Hakikati aramak için doğarız” özdeyişi ile açıklar. Kuşkusuz bu arayış bilgece bir arayıştır. Çünkü kişi kaybettiği bir şeyi arar. “Kaybedilen şey, kaybedilen yerde aranmalıdır” önermesi, değerlerine yabancılaşan günümüz insanının, tarih ve toplumla yeniden buluşma hakikatini belirtmek için kullanılır. Hakikat arayışında farkındalık ve kaynağa yönelme önemlidir. Başka bir deyişle kişi olanaklarının ne olduğunu bilerek hareket etmelidir. Kendi hakikatinde koparılan bir kişi, hakikati kaybettiği yerden değil de, başka bir yerde ararsa Nasrettin Hoca’nın karanlık bir yerde kaybettiği yüzüğünü, aydınlık bir yerde araması gibi gülünç ve bir o kadar da amaçsız bir yaşam gerçekliği ile karşılaşır.
İlk çağdan beri felsefenin en önemli sorularından biri de hakikat (doğruluk) kavramı olmuştur. Hakikat (doğruluk) kavramının günlük yaşamda çoğu kez gerçek sözcüğü yerine kullanıldığını biliyoruz. Oysa bu iki kavram birbiriyle ilişkileri olmakla birlikte farklı anlamlara karşılık gelirler. Gerçek, insan zihninden bağımsız zamanda ve mekânda var olan somut nesneler için kullanılır. Hakikat (doğruluk) ise bilginin somut nesne ile uyuşmasıdır. Başka bir deyişle ifadelerimizin, önermelerimizin, yargılarımızın söz konusu edilen nesne ile örtüşmesidir. Örneğin; “kalem” gerçektir. “Kalem ile yazı yazılır” ifadesi ise doğrudur. Özcesi gerçek somuta, hakikat ise bilgiye ilişkin bir kavramdır.
Hakikatten söz etmek, bir şeyin doğru ya da yanlış olabileceğinden söz etmek demektir. Çünkü olgular kendi başlarına ne doğru ne de yanlıştırlar. “Bu kalem doğru mu yanlış mı?” diye bir soru anlamsızdır. Ama “Baran’ın kalemi var” önermesi doğru mu yanlış mı diye sorabiliriz. Kısaca, önerme bir olguyu tasvir eden cümledir. Başka bir deyişle doğruluk ve yanlışlık ancak önermeler için söz konusudur.
Var olan her şey bilgi nesnesi olmadığı gibi, bilgi nesnesi olan her şey de gerçek değildir. Bunun için “kavramsal var olma” ile “gerçek olma” arasında bir ayırım yapmak gerekir. Örneğin; Yunan mitolojisindeki “pegasus” u nesne edindiğimizi düşünelim. Pegasus (kanatlı at) kavramsal olarak vardır, fakat zamanda ve mekânda olmadığı için gerçek değildir. Onun var olması yalnızca düşünsel ve tasarımsal bir var olmadır. Öyleyse bilginin yalnızca olgusal olarak duyumlarımızla algıladığımız nesneler hakkında değil, “aşk”, “özgürlük”, “erdem” gibi kavramsal ve düşünsel var olanlar hakkında da olduğunu söyleyebiliriz.
Ancak bazen bir önerme tek başına doğru olmayabilir. Önemli olan önermenin bir bütün içinde diğer önermelerle çelişmemesidir. Sözgelimi bir bardak suya batırılmış bir kalemi ele alalım. Görme duyusu kalemin kırık, dokunma duyusu ise kalemin kırık olmadığını belirtir. Burada doğru olan görme duyusu ile elde edilen bilgi değil, dokunma duyusu ile elde edilen bilgidir. Çünkü görme duyusu ile desteklenen “kırık” bilgisi gerçeklikle uyuşmamaktadır. Dolayısıyla halk arasında “gözümle görmediğimi doğru kabul etmem” ifadesi hakikatin bilgisini her zaman vermeyebilir. Kaldı ki, duyu organlarımız bozuk olabileceği gibi, duyarlılık yönünde de sınırlıdır. Bunu radyasoyon spekturumunabaktığımızda çok açık bir biçimde görüyoruz. Söz konusu bir güneş ışınına cam bir pirizma tutuğumuzda görünen ışığın tüm renkleri ortaya çıkar. Ne var ki biz gözün duyarlık sınırları dışında kalan renkleri göremeyiz. Burada akla gelen soru şudur; Gözümüz tüm radyasyon spekturumuna duyarlı olsaydı acaba dünya ve içinde olup bitenler bize nasıl görünecekti? Bu sorunun cevabını belki de bilgelerin hakikat arayışında sıklıkla kullandıkları “gönül gözü” “hakikat dürbünü” gibi kavramlarda saklıdır. İlgili kavramlara yüklenen anlamları etraflıca açıklamaya çalışacağız.
Hakikatin filozofların ilgisini çekmesinin önemli bir nedeni de ilgili kavramın bir bütün olarak inançların, düşüncelerin, kuramların, öğretilerin ve varlığın bir niteliği olarak düşünülmesidir. Diğer yanda insanoğlu -tarihin en ilkel dönemlerinde bile- hakikat bildiklerini sır gibi saklamıştır. Örneğin; Sümerlerin savaş zamanlarında ilk sakladıkları şey yazılı tabletlerolmuştur. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde İncil’deki hakikatlerin mevcut egemenlere karşı korunduğunugörürüz. Benzer biçimde İslam filozofları avam (seçkin) ve havas (halk) ayırımı yaparak, manevi sahayı herkese açmadıklarını görülür. Başka bir deyişle dini hakikatleri bilgi ve kültür seviyesi düşük olanlardan sakındıkları görülür. İslam felsefesinin kurucusu kabul edilen Farabi, bu düşüncenin gereği olarak eserlerini kapalı bir üslupla yazar. Yine İbn-i Rüşd, Kuran’daki hakikatlerin sadece “ilimde derinleşmiş olanlara” açıklanmasını savunur.
Aynı durumu semavi dinler içinde ortaya çıkan gizemci düşüncelerde de görürüz. Söz konusu Yahudilikteki Kabala, Hıristiyanlıkta Gnoz, Müslümanlıktaki bazı tasavvuf akımları mistik ve gizemsel özellikler taşır. Elbette ki sadece semavi din ve türevlerinde değil, aynı durumu kişi dinlerinde de görürüz. Örneğin; Çin’de Konfüçyüsçülük ve Taoculuk, Hint’te Brahmacılık, Mısır’da Hermesçilik, Yunan’da Orfeosçuluk ve Pitagorasçılık ilkçağın gizemseldinleridir. Bu dinler sıradan kişilere kapalıydı ve törenleri gizli yapılırdı.
Özcesi evrenin gizemli hakikatine karşı, birey ve toplumlar tarihin her döneminde gizliliğe büyük önem vermişlerdir. Benzer bir durumu -Anadolu’daki Kızılbaş Aleviler üzerinde büyük etkisi olan- Hurufilik düşüncesinde de görürüz. X1V.yy’ın sonlarında İran, Azerbaycan, Irak ve Anadolu’da ortaya çıkan Hurufilik, Tanrı insan ve varlığı sayı ve seslerle açıklamaya çalışır. Fazlullah Hurufi’nin kurduğu bu inanca göre tanrısal sırlar harf ve işaretlerde gizlidir. Hurufilik anlayışına göre tanrı harf ve seslerden oluşur. Dolayısıyla evrenin ve bütün insanlığın sırrı harflerde saklıdır.
Kaynağını Antik çağ Yunan felsefesinden alan bu gizemci düşüncelerin çoğu ilerleyen yıllarda Alevilik ve türevleri üzerinde de büyük etki yaratır. Ancak bu etkilenme “azınlık içinde azınlık” durumunu yaşayan Alevilik gibi yasaklı inançlarda daha belirgindir. Bunda elbette ki Anadolu Aleviliğin yaşadığı tarihsel baskıların büyük etkisi olmuştur. Çünkü Aleviler yaşadıkları iç ve dış sorunlardan doları inanç değerlerini içsel bir manaya büründürerek, softa, zait ve nadan kesimlerden korumaya çalıştılar. Bu nedenlerini özetle şöyle sıralayabiliriz;
1-Fiziksel varlığına yönelen katliamların yarattığı korku ve güvenlik sorunu.
2-İnanç değerlerini her ne olursa olsun örgütleyerek, sürdürme çabası.
3-Sosyal ve siyasal dışlanmışlığın verdiği yalnızlık hissi.
Bu ve benzer endişelerden dolayı Anadolu Alevileri zaman zaman da tahkiye yoluna başvurmak zorunda kaldılar. Bu durum 19. yy’ın ortalarında bölgede gelişen misyonerlerin gözlemlerine de yansır. “Bir gün, Divriği ile Darende arasında bulunan Korulcak köyü ağası Kızılbaş Ahmet Efendi’ye “alevi” olup olmadığını sordum. Kendisi bana aynen şu cevabı verdi; “o haftanın günlerine göre değişir” normalde korkulacak şeyleri olmadığı zaman Kızılbaşlar ne namaz kılar, ne oruç tutar, ne de gusül abdesti alırlar” (Küçük Asya’da dini bir tarikat: Kızılbaşlar, M.F. Grenard.1904)
Bu yüzdendir ki “hakikat” kavramı aleviler tarafında çoğu zaman “sır” sözcüğü ile birlikte kullanılır. Hata daha da ileriye gidilerek “sır içinde sır” olarak ele alınır. Yasaklı inançlar aynı zamanda kendilerini simge ve sembollerle ifade ederler. Ve çoğu kez sembol ve simgeler yeterince anlaşılmadığı için bazı kesimlerce metafizik, gizemci ve agnostik (bilinmezci) bir düşünceye olarak değerlendirilir. Oysa görünür olanla (zahiri) yetinmememizi isteyen yol uluları,kalıplaşmış ve biçimsel açıklamalar yerine, olup bitene derin bir kavrayışla (batıni) yaklaşmamızı isterler. ZiraAlevilere göre hakikat, zahirden batını görmektir. Konunun daha iyi anlaşılması için Alevilerin “Sırr-ı hakikat” kavramına yüklediği anlama kısaca değinmek gerekiyor.
Bilindiği gibi Alevilik hak ve hakikat yoludur. Bu yolda “hakikat sırrı” hakikat kapısı” “hakikat yolu” “hakikat izi” “hakikat şehri” “hakikat aşkı” “hakikat erkânı” hakikat ehli” “hakikat eri” “hakikat harmanı” “hakikat sofrası” “hakikat nuru” hakikat cevheri” “hakikat kavmi” “hakikat âlemi” “hakikat bilgisi” hakikat noktası” “hakikat evi” “hakikat dürbünü” “hakikat kemeri” “hakikat sazı” gibi sayısız kavram kullanılır. Elbette ki adı geçen kavramların zahiri ve batıni anlamları farklı durumlara işaret eder. Söz konusu zahiri âlemde su ile alınan abdestin yerine, Aleviler bilgi ile yıkanma anlamına gelen “hakikat abdesti” kavramına göndermede bulunurlar. Bilindiği Ab (su) ve dest (el) sözcüklerinden oluşan abdest (el suyu), zahiri anlamda vücut temizliği anlamında kullanılır. Alevilere göre ise esas abdest hüsn-ü ahlaktır. Burada batıni anlamda marifet suyu ile arınma ve bilgiyle aydınlanma söz konusudur.
Özcesi konuyu anlamak için kelimelerin günlük dildeki zahiri anlamını bilmek yetmiyor. Aynı zamanda kavramların içsel manasını yani batıni özünü de bilmek gerekir. Zira Alevilikte hakikatler kişinin özünde gizlidir. Kişi ancak derin bir düşünceyle “hakikat sırrına” varabilir. Bir anlamda verilmek istenilen mesajı kavramak için “hakikat dilini” öğrenmek gerekir. Örneğin; İbreti Baba’nın aşağıdaki dörtlüğü bu bağlamda değerlendirilmezse kaçınılmaz olarak yanlış yorum ve buna bağlı olarak önyargılar ortaya çıkacaktır.
Evvelden badey-i aşk ile mestiz
Yerimiz meyhane mescit gerekmez
Saki kevserinden kandık elestiz
Kur’an-ı natık var samit gerekmez
Söz konusu yol ulularının da sıklıkla kullandığı bu kavramlar -hakikat dilinde- şu anlamlara gelir.
Âşık: Hak ve hakikat aşkı ile yanan yol eri.
Bade: Hak ve hakikat sevgisi.
Meyhane: 1–Hak ve hakikat aşkının sunulduğu yer.2- Kamil insanın gönlü. 3- Yol erinin irşat olduğu dergâh.
Meclis: Hak ve hakikati anmak için yapılan törenler.
Mest: Hakk’ın özünden tadarak, kendinden geçmek.
Saki: Mürşit, Hak ve hakikat aşkını sunan kimse.
Kevser: Ayin-i cemde içilen şerbet. Tarikat yolunda kazanılan hakikat bilgisi.
Kur’an-ı natık: Konuşan Kur’an, (kâmil insanın sözü)
Kur’an-ı samit: Yazılı Kur’an (Kur’an-ı Kerim)
İnsan-ı kâmil olma yolunda yol eri dirilebilmek için nasıl ölmek zorundaysa, ayılabilmek için de sarhoş olmak zorundadır. Bunun için de kadehimizi aşk şarabı ile dolduracak sakilere, rehberlere ve mürşitlere ihtiyaç vardır. Ancak mürşit gönlündeki sırları yol eri ile paylaşır. Bu sırlar yol erini sarhoş eden şarabın kendisidir. Yol erinin kadehine dolan şarap (hakikat bilgisi) kişiyi hakikat sırrına götürür.
Bir anlamda “hakikat sırrı” insan-ı kâmil olma sürecinde yol bilgisi olarak karşımıza çıkar. Bu bilgi algılarımızın dışında kalan her hangi bir metafizik kaynaktan gelmez. Kaynak bizzat insanın kendisidir. Hacı Bektaş-ı Veli bu düşünceye bağlı olarak “Her ne arar isen insanda ara…” demiştir. Bu yüzdendir ki, Aleviler için okunacak en büyük kitap, kâmil insanın sözü anlamına gelen Kur’an-ı natıktır.
Alevi inancında bir talibin ulaşacağı en üstün derece hakikat aşamasıdır. Hak bu aşmadan sonra kendini talip ile birleştirir. Bu aşmada “Hakikat dürbünü ile gerçeği gerçekle izlemek” vardır. Fakat her göz hakikati göremez. Hatta bu aşamada zahiri anlamda kullanılan fiziksel göz yerine, batıni anlama gelen “Gönül gözüne” bırakır. Aynı zamanda “hakikat sırrı” herkesle paylaşılacak bir “sır” da değildir.
Hakkın esrarını açma her cana
İlm-i hakikati bilenlere bak
Can içinde cananını görenler
Bu gizli hikmete erenlere bak (Mikail Baba)
Biçimselliği reddederek öze önem veren budüşünce, teorik söylemlere değil, pratik ve yaşamsal duruşlara değer verir. Meluli Baba bu konuda yüzeysel yaklaşan kimselere şu uyarılarda bulunur;
Hakikat şehrinin yoluna giren
Giren değil şehre varanlar mutlu
Rıza pazarında ikrar verenler
İkrar veren değil duranlar mutlu
Hakikat kavramı aynı zamanda Alevilik düşüncesinde sonsuz mutluluk ve özgürlük anlamına gelen son kapının adıdır. Yol eri bu aşamadan sonra evrenin tüm sırlarını ve yaşamın anlamını kavramıştır.Özcesi kişi olgunluğa ve aydınlığa ulaşmış sayılır; onun için bütün gizlilikler açılır, gerçekleri örten sır perdeleri bir bir ortadan kalkar. Kendi doğasının bilincine varan kişi artık özgürdür. Çünkü aynı zamanda hakikat -potansiyel bir güç olarak- kişiyi yabancılaşmadan kurtaran özgürlük aşkıdır. Bilgelerin “hakikat aşktır, aşk özgürlüktür” formülasyonu bu düşüncenin gereğidir.
Alevilikte “hakikat sırrına” eren her kimse cümle gerçeklerin bilgisine de sahip olur. Bu bilgi türünde aldanma ve yanılma olasılığı yoktur. Elbette ki kişi bilgi ile değil, itikat ve bilgelik ile hakikate yaklaşır. Konunun daha iyi anlaşılması için itikat-biat kavramlarına da açıklık getirmek gerekir. Çünkü çoğu kez itikat ile inanç kavramı bir tutulur. İnanç sahibi olanların gözleri perdelidir. Olup bitene dogmatik yaklaşılır. Oysa itikatta sorgu ve görgü vardır. Özcesi inanç dogmatiktir, itikat aramaktır. Başka bir deyişle “inanç” ve “biat” teslim olmadır, kabullenmedir. “İtikat”bilgiye âşık filozofun bakış açısıdır, araştırmaktır. “Hakikat” ise filozofun aradığı, sürekli peşinde koştuğu bilgelik aşkıdır.
Hakk’ı görme, Tanrısal âlemin gücü içerisinde erime, sonsuzlaşarak “bekalaşma” hakikat evresinde gerçekleşir. Bu aşamadan sonra insan hem doğanın hem de tanrının kanıtıdır. Özetle Ortodoks inancındaki soyut ve metafizik tanrı, Alevi Kızılbaş inancında nesnel ve konuşan tanrıya dönüşür. Bu noktadan sonra kişi hem kendi özünü hem de kendi özünde hakikatlerin hakikati Hakk’ı bulur. Diğer yanda muhiplerle özdeşleşerek, Hakk’tan halka inilir. Ve “Kendisi halkla, kalbi Hakla”özdeyişi gereği -canın cevheri gibi yüreğinde sakladığı- “hakikat sırını” başkasıyla paylaşarak, toplum yararınaişlere koyulur.
Aşk ile…
* Görsel:Serabi Güreş
Mehmet KÖMÜR
Felsefeci
