YOLUN DAİMİ ŞAGİRTİ

Yolun, hayatın daimî şagirti idik. İkrar vermiş, talibiydik yolun ve hayatın. Talip olmak talep etmekten geçiyordu. Kısa cümleler kurup hayatı uzun uzun anlatıyorduk. Sözcüklerle muhabbetimiz vardı, geçmişe de uğruyordu yolumuz. Çocukluğumuza gidip gidip gelirdik. Geçmişi tekrar hatırlatmaktan ziyade, ona geleceğe yol almanın kilidi olarak baş vurup özlem uyandırmaktı niyetimiz. Çocukluğumuz her çocuk gibi yalansız, dolansızdı.
İlk öğretmenimiz analarımızdı. Analarımızın dilinin bir kitabı yoktu. Kurallarını onlardan öğrendik. Zaten dünya dediğin bizim öğrendiklerimiz kadardı. Öyle sanıyorduk… Sonra büyüdük, okullu olduk. Başka bir dil öğrendik. Diller güzeldi, çok dil insan demekti, bilirdik. Hayatın ve yolun manası zaten insan ile başlıyordu. Öğrendikçe anamızın “hayat dersi“ kitabını unuttuk. Öğretmenlerimiz okuyun, çok okuyun ama fikrinizi söylemeyin dediler. Anamızın diline, “dağ dili“ dediler. Kelimeleri eksilince bağ diline dönüşmedi, eksildi. Şimdi kaybolma sınırında. Harf harf yan yana durmayınca, söze evrilemedi. Cümle kurmak nasip olmuyor kimileyin bu kimse(s)iz yaban, dağ diliyle…Oysaki bir dil insandı.
Halbuki hayatın ve yolun aklı böyle demiyordu bize, öğrenin ve sorgulayın diyordu. Ondandır hayatın daimî şagirtiyiz hâlâ… Ve devam ediyoruz öğrenmeye. Öğrenmiş olsaydık, belki de yolculuğa devam etmezdik. Hayat daimî bir öğrenme yolculuğudur, biliriz.
Çok şey görmüştük, baktığımız ne kadar azmış meğer. İnsan kendi aynasında kendini görür. Eksik ya da fazla. Güzel bakınca gönül gözüyle görür. Gelecekte bir söylemimiz olsun diye, sözümüz var kendimize. Gönüllere dokunmaktır niyetimiz. Bir güzellikte, ahenkte bizim de iki sözümüz olsun diye yazıyoruz. Birbirini anlayanlara, tamamlayanlara aşk olsun…
Bir rüyanın içinde gibiydik… Bir uyanık bir düşteydik… İç yolculuğuna revan olmuş, ıssız bir yolda gidiyorduk.Yol nereye varır bilinmez, yolcu bunu kestiremez bazen. Geceydi, zifiri karanlıktı, ilerisini görmek mümkün değil kimileyin…
Bir yol ağzına geldik. Yol ikiye ayrılıyordu. Hangi yoldan devam gidelim diye düşündük bir an. Kararsızlık eşikte durmak gibidir, ne içeridesin, ne dışarıda…
Sonunda karar verdik sol kolun tarafındaki yoldan devam ettik. İleride görünen bir karaltı mıydı, başka bir şey miydi bilemedik. Yürü yürü baktık kocaman bir kaya. Düşündük, “Taş yola dair midir?“ diye. “Dairdir hayata…“ diye yanıtladık nihayetinde. Hayatın içinde taş vardır. Ya taşı kaldırmalı ya etrafından geçip gitmelidir insan.
Ya gidilecek başka yol yoksa ne yapmalı?
O zaman da aklın sınırlarını zorlamalıdır insan.
Düşündük…
Düşünürken bir baktık ki sabahın ilk ışıkları penceremizde. Oh! Rüyaymış meğer. Derin nefes aldık. Işığın olduğu her yerde hayat vardır dedik, biline…
“Karanlıklar, gölgeler bizi bir yere götürmez. Çevrene bak, ışığa çevir yüzünü, gölgeyi göremezsin o zaman“ dedi hayatın öğrencisi. Uyandık. Bakıyoruz…
Hayatın ve hakikatin yolcuları bilir manayı, sır tutarlar. Sır satmazlar. Bazen insan neden kendine yönelir, neden iç sesini dinler,
iç terazisini tartar, bu soruların cevabını bulmak için kendine sorar. Yanıtını bulduğunda yanıtlar. Gördüklerini anlatamaz insan çoğu zaman. Dile gelirse tılsımı bozulur, söz aşınır. Kelimeler sözü eksiltir, tarif edemez diye korkar insan. Sözün hayatla bir anlaşması vardır, tarifi ve tabiri hayatın koynundadır. Atlas kapılardan geçilerek gökyüzüne varır ses. Çünkü insan iç sesinin peşi sıra gider… Ve sırrını anlatacak bir musahip arar her dem. Bilir ki; insan insanda çoğalır. Musahibin anlatımıyla kendi ke/der(d)inin ayırdına varır. Ve anlar ki insan kendi cevaplarının arayışında… Aradıkça yüreğine, iç sesine döner er geç. Aramak, anlamanın bir yoludur.Yola revan olmanın vaktidir…
Yola iki çocuk revan olmuştu. Biri kız çocuğu, gözleri gök mavisi, saçları gece karasıydı.Diğeri bir oğlan, sıska çelimsiz biri…Sevimli mi sevimliydi ikisi de…Yolu sis doldurmuştu. İki çocuk irkildi, elini gözüne siper edip ileriye bakmaya çalıştılar… Mümkünü yok yolun ilerisi görünmüyordu.Kazma sesleri geliyordu.
“Belli ki yolu açanlar var…“ dedi kız. “Ama sisten bir şey görünmüyor…“ diye devam etti konuşmasına.
“Sis dediğin gökyüzü ile yeryüzü arasındaki perdedir!“ diye bir ses yanıtladı.
“Ama ilerisi görünmüyor yolun, ürkütücüdür!“ dedi kız. “Zaten kötü bir zamandan geçiyoruz, neler yaşadık, bir bilseniz…“
“Yok!“ dedi sisin içindeki ses. “İnsan yaşadıklarından daha fazlasını gördü, ama ders çıkardı mı bilemem?“
Yürüdüler, çok yürüdüler…
Mevsim sarı bir renge bürünmüştü. Hüznü çağrıştıran sarı yürümüştü ağaçların yapraklarına. Uzaktan bakınca ağaçlara, her dem ağlayacaklarmış gibi gelirdi insana. Hüzün sarısı yapraklar yağardı mevsimin asık yüzüne. Yüreklerde hüzne dair ne varsa hasada durur, demlenirdi. Sonra olgun sözler dökülürdü dudaklardan. Gönülden gönüle maya tutardı söz… Ve herkesin yüzünde bir ayrı hikâye olurdu.
O iki çocuk durmadan yol alıyordu. Aydınlanıyordu onların geçtiği yerler. Gönüllerin hasat beklediği bir mevsime dönüyordu güz, biraz kederli biraz hüzünlü biraz buğulu… Ayrılığı akla getiriyordu biraz da…
Her bir şeyi kanıksar insan, çok erken unutur başına gelenleri.Unutmayın, aklınızın bir köşesinde bulunsun. Felaketin iyi yönleri de vardır, bakarsın insan insana gönlünün kapısını aralar, empati kurar, vicdan mayalar.
Kızın yüzüne bir gülümseme yayıldı. Bir baktı ki sis dağılmış, yolun ilerisi görünüyor. Güldü…Gün doğmuş, günü aydınlatıyordu…
İnsanı anlamak ne mümkün. Zira çok manalı bir varlıktır insan, say ki bin manalı kapı. Kimi konuşur öylesine, ortaya karışık misali, hamdır sözleri…Ortalığa salınınca pek bir yavandır. Hiçbir yüreğe dokunmadan, hiçbir gönüle konmadan geçip giderler…Sinirle, kinle savrulmuşlardır ortalığa. Söz bu, gönülde durduğu gibi durmuyor. Ağızdan çıkınca geriye dönüşü olmaz kimileyin. Pişmanlığı, gözyaşı ile yıkanmaya sebep. Yüreğe yara üstüne yara, acı üstüne acı eklenir sonrası. Ya gamsız olup takmazsın ya da acılar değdiği yerde kök salar. Melhemi insanın acısını almakta yatar…
Sadece insanın dışına bakanlar görmez içerisini…
“Acıyı görenler, insanla hemhal olanlardır,“ der yaşamın, hakikatin yolcuları.
Çünkü sevgi kendiliğinden yeşermez, ilkin onu yüreğin derinine ekmek gerek. İlkin vermek gerek, vermeden beklemek olmaz.
Sevgi dediğin yağmur sonrası doğan güneş, toprağın kokusu ya da derin sessizlik…
Gidenin yolculuğu kendinedir, bilir yaşamın yolcuları. Kendine, kendi içine, sesine…
Yorulduğu da olur insanın.
“Güzün hüznüne sayın,” diyorlar.
Güz, insanın kederlerini depreştiren, yüreğine sarılar yağdıran, parıltısını daha silik ve soluk tona ve giderek devinimini beyaza devreden bir zamana bırakmıştı kendini. Yola revandı yolcu. Yol tepelerin, dağların dalgalı sırtlarında evrilip gidiyordu… Ve ufka çağıran o seseydi yolcunun sesi. Git git… Yine kendisineydi yönü insanın, kendi içine…
Kimileyin mor dağların ardında zikzaklar çizip kaybolduğu olurdu yolun.
İnsan dediğin ara ara yorulurmuş. Kendi kendine konuşurmuş, sesi içine kaçar, duyulmaz olurmuş… Ses sessizlik, yol ise bir izmiş… Sürebilene aşk olsun.
Öğrenmek bir daimî yolculukmuş esasında. Rüzgâr yolun daimi yareniymiş…Yol boyunca hasbıhal eyler, sesi geri getirirmiş insana. Ve hayatın daimî şagirti olan budala şair demiş ki:
“Sesim rüzgârla gider…”
Akman Gedik
