SOLDAKİ TARTIŞMALAR; KOMÜNİZM KENDİSİ OLMADI, GEÇİŞ SÜRECİ ÜZERİNDE YOĞUNLAṢTI

Re- Yol dergisi (Hedonizm felsefesinde bir solun analizi ve ağır olan bedeller.)
Bugün, sol içindeki tartışmaların uzayan momenti 17 Ekim devrimine kadar uzanmaktadır. Zor ve dezavantajlı koşullarda girişilen sosyalizm inşası Lenin’in ölümünden sonra SBKP içinde görüş ayrılıklarına sebep oldu. Problem çıkaran; amacın kendisi değil, geçiş sürecinin izlediği yoldu. Geçiş süreci üzerine doğan polemikler, stratejik açıdan çok farklı görüşler ortaya çıkardı. Kısa zamanda SBKP içinde yaşanan ideoloji çatışma, düşmanca bir kutuplaşmaya vesile oldu. Sosyalizmin inşasına ilişkin tartışmalar, SBKP de yozlaşma sürecinin ilk adımlardı oldu. İktidar gücünü elinde bulundurma çatışması, düşmanca bir kutuplaşma yarattı.
Sürece egemen olan bürokratik diktatörlük, Troçkist kesim hariç, solun diğer kesimi üzerine büyük bir otorite kurdu. Bu otorite, solun Troçkist kesimini terör yoluyla sindirmeye çalışırken, diğer yandan Sovyetlere körü körüne itaat eden bir sol oluşturdu. Kurumsal açıdan sosyalizmin üstünlüğünü oluşturan şey, uygulama alanında bambaşka bir diktatörlüğe dönüştü. Böyle bir dejenerasyona yol açan olgu iktidarın demokratik olmayan karakteriydi. Bürokratik diktatörlük millileştirilmiş bir alt yapı üzerinden yükseldi.
Marks ve Lenin’in orijinal olarak ifade ettikleri ne olursa olsun, Stalin’in kullandığı ve uyguladığı anlamda bir diktatörlük proletarya diktatörlüğü olamaz. Çünkü Sovyetlerde iktidarın demokratik içeriği fiilen yok edildi. 1925’lerden sonra Sovyetlerde demokratik kurumlara rastlamak olanaksız hale geldi. Gelişmiş ve gelişmeye açık bir sosyalist demokrasi için beslenen bütün iyimser umutlar bu pratik içinde hayal kırıklığı ile sonuçlandı.
Sovyetlerdeki iktidar son 60 yıldır sosyalizmden çok uzak bir görünüm yansıttı. Sosyalizm adına hiçbir ciddi gelecek vadetmedi. Bu gelişmenin ve uygulamanın “mantıksal” sonucu, özellikle gelişmiş ülkelerdeki işçi sınıfında, sosyalist bir demokrasi için koşulların olmadığı eğilimini güçlendirdi. Sovyet sistemi pratiği; sosyalizmi kapitalist-emperyalist sisteme karşı alternatif bir uygarlık tarzı olarak öne çıkarmadı.
1950’lerin ortalarında Kruşçev’in “resmen” ilan ettiği muhalefet Stalinci bürokratlaşmanın mirasından kopmanın üstün bir biçimi olarak gelişmedi. O günün tüm polemikçi ve saldırgan atmosferine karşı, iki cephe arasında doğrudan ve gerçek bir teorik tartışma çıkmadı. Kruşçev’in egemen statükoyu bozma yönündeki girişimi etkili olmadı. Tartışmalar sistemin temel hastalıklarını hedef göstermekten çok, Stalin’in kişiliğine yöneldi. Ancak bu yöntem tutmadı. Çünkü Sovyet toplumu Kruşçev’in çıkışına hazır değildi. Yürürlüğe konmak istenen reformlar Sovyet tarihindeki açmazların üstesinden gelecek ve olumsuzluklara köklü çözüm olacak nitelikte değildi. Zira Sovyetlerde yaşanan sonuçlar, reformların yeni bir çözüm olmadığını kanıtladı.
Kruşçev, kapitalizmden devrimci kopuş fikrine karşı artan bir kuşkuculuğu anlamlı bir şekilde sulandırarak savundu. 1960 tartışmalarındaki ideolojik ayrılığın bir yönü kapitalizmden sosyalizme barışçıl yollarla geçilip geçilemeyeceği noktasında düğümlendi. Stalin’in sağlığında boyun eğmeye ve sessizliğe alıştırılmış olan “komünist hareket” aynı geleneği Kruşçev’in teorik çizgisine karşı sürdürmedi.
Mao-SBKP polemiği, Kruşçev’in Stalin’e karşı yönelttiği eleştiriler üzerinde büyümedi. Yine Mao-SBKP polemiği Kruşçev’in Sovyetlerde yürürlüğe koymak istediği reformlardan doğmadı. Daha açık bir dille tartışmaların odağı bu iki nokta değildi. ÇKP ve Mao tam açık olmayan bir muhalefet üslubuyla da olsa, mümkün olduğu kadar Sovyetlerdeki “resmi” uygulamalardan uzak durmaya çalıştı. ÇKP’nin Stalin ve SBKP’ye bağlılığı her zaman dikkatli bir pratik taşıdı. Mao enternasyonal ilişkileri körü körüne itaate kadar götürmedi.
Tartışmaların sertliği zamana eşlik ederken, frenlenemeyen anti-Mao bir kampanyaya karşı, ÇKP’nin propagandası kindar bir Anti-Sovyetik çizgiye büründü. ÇKP başlangıçtaki olumlu çıkışını ya hep, ya hiç türünden bir mantık ikilemi içine hapsederek tartışmaların seviyesiz bir şekilde ilerlemesine ön ayak oldu. Kruşçev’in ve SBKP’nin istediği de buydu. İki cephe arasındaki zorlama çoğu kez verimsiz ve yüzeysel tartışmalar doğurdu. Bugün daha fazla yaygın olan, etkileyici ve polemiksel bir atmosferde bulunan sosyal-emperyalizm problemi, bu yüzeysel ve geri tartışmalar içinde doğdu. Aydınlanmayan kimi teorik tartışmaların trajedisi o kadar büyük oldu ki sol içinde sık sık rastlanılan ters-yüz olmanın asıl nedeni bu tartışmalara kadar uzanmaktadır. Ne ÇKP ne de SBKP değişik söylemler arasındaki uçurumu kapatmaya yönelik temel bir tartışmaya girmek istemedi.
Ne var ki, Mao, sosyal-emperyalizm sorununu ortaya koyuş biçimini, onu doğrulamak için ileri sürdüğü argümanları son derece yüzeysel ve geri bir temele dayandırdı. Tartışmalar nitelik itibariyle somut olmaktan çok soyut bir takım iddialara dayanıyordu. ÇKP tarafından ortaya atılan bu olgu o zamandan beri teorik bazdan yoksun kaldı. Sovyetlerdeki yozlaşmaya yol açan süreç, Kruşçev denilen “kötü niyetli” biri geldi, sosyalist sistemi bozarak, yerine kapitalist bir sistem getirdi türünden geri bir perspektifle açıklanmaya çalışıldı. Sovyetlerdeki yozlaşma süreci bu “öngörüyle” izah edilemediğinden sosyalizmin inşasına ilişkin problemler farklı kaynaklardan ve farklı kaynakların farklı sonuçlarından da olsa tekrar tartışma gündemine girmektedir.
Bugüne kadar yanıtlanamayan soru, uygulanabilinir bir sosyalist sistem eksikliğidir. Bu soru Marks’a ve Lenin’e dayanılarak yanıtlanamaz. “Nasıl bir sosyalizm” sorusuna ancak yaşanmış deneylerin olumlu-olumsuz yönlerini bilince çıkararak doğruya yakın bir yanıt verilebilinir. Marks ve Lenin sosyalizmin problemlerine ilişkin görüşlerini olasılıklara dayandırıyorlardı. Onların önünde yaşanan sosyalizm deneyleri yoktu. Dolayısıyla Marks’ta ve Lenin’de uygulama alanındaki bir sosyalist toplumun problemlerine ilişkin yanıtlar bulamayız. Bu da, son derece doğal ve normal bir şey. Bir devletin niteliğini kişiler ve inançlar belirlemez. Devletin niteliğini belirleyen temel olgu sosyal üretim ilişkileriyle bağlantılarıdır. Teorik ve politik alandaki dönüşümler ekonomik temeller üzerinden boy verdiğine göre, Sovyetlerdeki üst yapı dönüşümleri millileştirilmiş kapitalist alt yapı üzerinden yükseldi.
Bizde hiçbir zaman sosyalizm kelimesi açık açık ifade edilmedi. Bugün de ifade edilmiş değil. Çoğu zaman sosyalizm kelimesi ne olduğu anlaşılmadan popülist bir mantıkla sosyalizm kelimesi üzerine ne ütopik dünyalar kuruldu. Sol akımların gözünde sosyalizm ya da proletarya diktatörlüğü, ezilen sınıfları bekleyen bir tarihsel sürecin son noktasıydı. Bu noktaya ulaşıldı mı her şey güllük gülistanlık olacak gibi düşünüldü.
Sovyetleri savunanların ve karşı çıkanların büyük bir kısmı kendi kendilerini ikna etmiş değiller. Bir taraftan Sovyet rejimine geleneksel bağlılığın yarattığı huzursuzluk, diğer taraftan Sovyet rejimine geleneksel karşı çıkışın doğurduğu kuşkuculuk iki cephenin en karakteristik özelliğini oluşturmaktadır. Aslında buradaki huzursuzluk bir sisteme safça duyulan inançla, bir sisteme bilinçsizce karşı çıkışın çelişkisidir. Her iki kutbun da bağlandığı teorik çizginin diyalektik temeli tarihsel maddecilikten uzaktır. Zıtlaşmayı oluşturan iki tarafta sosyalist bir toplumu doğrulayacak bir tarihsel gelişme içinde olmadılar. Daha açık bir ifadeyle; Sovyetleri savunanlarla karşı çıkanlar arasında sosyalizmin sorunlarına ilişkin önemli bir ayrılık yok.
Bütün bu gelişmeler Marksist kuramın bir paradoks içinde doğrulanmadığı görüntüsünü verebilir. Sınıf mücadelesinin bütün tarihi boyunca, toplumsal gelişmenin geniş mozaiği her seferinde daha zengin olgularla sosyalizmin er-geç kaçınılmaz olduğunu doğrulamaktadır. Bugün M-L’in üzerinde geliştiği toplumsal koşullar çok daha geniş ve daha büyük. Bu sürecin zenginliği ve genişliği Marks ve Lenin dönemiyle kıyaslanamaz. Ancak bugünkü dünyayı değiştirmeye çalışan teoriler çok ama çok daha geri bir konumda bulunuyorlar. Bugün solun değişik varyantları tarafından ileri sürülen görüşler gerek tek tek ülkelerde, gerekse uluslararası düzlemde toplumsal gelişmeyi tümüyle yansıttığı söylenemez. Ne var ki toplumsal gelişmenin yeterli bir bazda açıklanamamasına Sovyetlerdeki ve Çin’deki olumsuzluklar eklenince; Marksizm-Leninizm’de değişik düzlemlerde kopmalar olmaktadır. Bir dönemin “seçkin Marksist aydınlarından” meydana gelen 180 derecelik mutasyon yeni gelişen genç aydın kuşak üzerinde negatif bir izlenim bırakmaktadır.
Gerek Çin’i savunanlar, gerekse Sovyetleri savunanlar hiçbir noktada kendine özgü bağımsız bir teorik çizgiye sahip olmadılar. Bunlarda; sosyalizm teorisini yeniden işleyecek ve geliştirecek üstün nitelikte bir kapasite olmadığı için herhangi bir ülkenin teorik çizgisine angaje olmaktan başka yolları yoktu. Bu çizginin yansıttığı ima öylesine mantıksız ve saçmaydı ki, sosyalizm için yeni taraftar kazanmak bir yana, sol cephede görülen bunalımı ağırlaştırdı. Sol gruplarla M-L teori arasındaki boşluk hızla derinleşirken, Marksist-Leninist teorinin izleyeceği ve izlemesi gereken değişik yollar çok dogma bir tarzda ele alındı. Bütün paradoksların temel nedeni yukarda belirtilen çelişkilerdir. Devrim yapmış bir ülkenin gölgesinde olma yarışı, kaosa giden yolu hızlandırdı. Teorik ve politik kutuplaşma parçalanmalara neden oldu.
Celal Peköz
