ÇOCUKLUGUM 2,5 LIRADA SOLDU 2 NCI BÖLUM

O ise her geçen gün gülüşünü biraz daha içten yapıyordu,
bu kez de gözleri onun bakışlarına takılı kalır, yüreği yerinden çıkarcasına hoplar, kalbinin ritminde bir sıkıntı yaşanırdı…
Yoldayken telefon edip Leyla’dan oturduğu yerin adresini
istedi.
Leyla, “Eğer yeniden görürsem onu ben de dayanamam ve ona olan sevdam tekrar depreşir, kopamam.” diyerek adresi vermekten çekiniyor, onu evine davet ettiği için de pişmanlık duyuyordu.
Leyla’nın yaşadığı şehre varınca bir kez daha aradı. “Geldim,” dedi heyecanla. Telefonun diğer ucundaki ses titrek ve heyecan doluydu. Dili tutulmuştu adeta. Ali, adresi sorduktan sonra nefes nefese kalmış, öylesine sessiz bir şekilde telefonun ucundaki sese kulak vermiş, dinliyordu.
Kendinden geçmiş, Leyla’yı duymuyor ancak içi bir hoş olmuştu.
Bir süre sonra Leyla da sadece kendisinin konuştuğunun
farkına varmıştı. ‘Ali adres istemişti, verdim mi, beni anladı mı?’ diye düşündü. Bu kez kendisi aradı:
“Geldin mi?” diye sordu.
“Evet, geldim, büyükçe bir binanın önündeyim şimdi.”
“Tamam, tamam orada dur, bir yere ayrılma, geliyorum
hemen.”
Ali, arabayı uygun bir yere park edip arabadan indi. Temiz havayı soludu. Heyecanını yatıştırmak için etrafını izlemeye koyuldu. Önünden hızla bir kedi geçti, arkasından onu kovalayan bir köpek. Tatlı tatlı gülümsedi. Telefonu çaldı. Heyecanla açtı. “Neredesin?” dedi.
“Arkanı dön, tam karşındayım.”
Döndü ve ilk sevdiceği ile göz göze geldi. O, aynı gülümsemeyle her şeyi anlatıyordu zaten.
Peki, neden bu şehre gelip onu görmek istemişti, ondan öğreneceği bir cevap mı arıyordu? Buna ne denilebilirdi ki?
Sevdasının yasaklandığı yere mi gidiyordu yoksa? Ondan
duyacağı cevaplarda yeniden mi alevlenecekti aşkı?..
Öylece durmuş, birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı.
Ne adam konuşabiliyor ne de meleği. Peki, ne düşünüyorlardı o vakit! Akıllarında neler geçiyordu? İkisinin de dizlerinin bağı çözülmüş, dilleri susuzluktan kurumuştu adeta.
Sadece gözlerinin içi gülüyordu ve o gözler her şeyi anlatabiliyorlardı. ’Suskunuz hem de çığlık çığlığa suskunluk içerisindeyiz!’’ Konuşulacak bir şeyleri olmadığından değil, birbirinden uzaklaştırılmış iki bedenin yeniden bir araya gelişinde neler olacağını tahmin bile edemez duruma geldikleri için belki de kendi kendilerine susarak, sessiz, alıştıkları hayattan ve sonraki günlerde neler olacağının sıkıntısını düşünüyorlardı. En azından düşündükleri hayal güçleri belki de öyle görünüyordu…
Belki de yaşayacakları veya içine düşecekleri aşk ve sevdalarının yok olacağının tereddüdüyle korkuyorlardı. Kaybetmekten korkacakları ikisine ait oluşturma kaygısıydı bu. Yapamayacakları hamlelerin hayatları boyunca inanmak istedikleri değerlere sahip olmak gibi gördükleri ve içinde bulundukları düzeni yok etme girişiminden başka bir şey olmayacağını düşünüyorlardı belki de.
Belki de yılların verdiği hayatın içinde var ettiği daha fazla acı vermemek için susmayı tercih etmişti ikisi de. Hâlbuki içlerine attıkları çığlıkları duyulsa, dağlar üst üste yıkılıverecekti. İkisi de çığlık çığlığa susuyordu. Ali, ‘Meleğim o kadar güzelsin ki verdiğin gülücükler sanki üstüme güneşin sıcaklığını veriyor,’ diye içinden geçiriyordu. Yüzüne söylemek istiyordu ama korkuyordu.
Yüreği ona susmayı öğretmişti. Aslı yoktu bunun. Sevildiğini anladığında içinde duyduğu çığlığın yankısı hiç bitmiyordu. Her gün ona haykıracak, bağıracak, parçalayacak içini ancak susmayacaktı yüreği. Onun gülümsemesinde yer edinecekti yüreğinde, biliyordu.
Her soğuk üşütemediği gibi, her ateş de yakamazmış insanı. Ne kadar da yaksa onun yakacağı yer gibi yakamazmış… Hâlâ sessiz kalarak tek kelime edememişlerdi ama gözlerinin bakışlarında ikisinin de içi ısınıyordu. Gözler her şeyi anlatıyordu aslında.
Geçen bütün yılların birikimi gözlerinden okunuyordu kadının. Ve ağzını açsa da neyi, nerde başlayacağını bilemez hale gelmişti. Belki de karşı tarafta öyle bir düşüncenin olmadığı ve yaptığı tüm bunların içindeki kuruntulardan kaynaklandığını düşünüyordu. Korkmuyor da değildi hani.
Aklında onlarca soru geçiyordu: ‘Peki ya dediğim gibiyse
cevabım nedir, buna hazır mıyım, ne gibi bir cevap verebilirim, beni sorgulayacak mı? Yoksa her şeyi sineye çekip normal, hiçbir şey olmamış gibi mi davranacak? ‘Gözlerine bakınca zaten gördüğüm her şeyi okuyabiliyorum.’ diye kendi kendini rahatlattı. Bunları düşünürken, sevdiği adama nefret dolu, nefreti kadar sevda dolu gözlerinde akan bir tek damla yaş yanaklarından süzülerek göğsüne doğru akıp gitmişti.
Onu görünce hepten yüreği tutuşmuştu Ali’nin. Ağzında
tek bir kelime çıkacağını düşünüyordu ve konuşmaya nasıl bir cümleyle başlaması gerektiğini bilemiyor ne beyni ne yüreği ne de dili dönüyordu.
Sanki beynine oksijen gitmiyor, kanı donmuştu ve avazı çıkana kadar bağırmak istiyor, yapamıyordu. ‘Peki sen neden bir şey söylemiyorsun? Sadece gözlerin mi ışık saçıp gözlerimi kamaştırıyor, neden ağzını açıp bir kelime etmiyorsun? Bari sen başla da ne düşündüğünü bileyim, ona göre ben de konuşabileyim,’ diye geçiriyordu aklından Ali.
’Öyle güzelsin ki bakmaya bile kıyamıyorum, benimle konuşan o güzel bakışlarının belki de ne kadar güzeldir seslenişi. Acaba nasıl seslenecek, keşke bu gülüşün aynısı olsa seslenişin. Öl de öleyim hemen şuracıkta, gel de bütün ömrümü önüne sereyim, bütün ruhumla sana geleyim! Neden sessiz kaldı. Çok mu kırgınsın bana? Söyle de derdine belki derman olurum.’
Yaşanan sessizliği Leyla’nın bozmasını istiyordu.
‘Ne diyebilirdim ki sana? Elleri titrerken, ‘gitme’ diyebilecek gücü bile yoktu.’ Dişlerini sıkıyordu bütün gücüyle…
‘Ve senden kalan şiirimi tamamlamaya çalışıyorum. Sen
beni hiçbir anlam taşımayan şeylerle suçlarken, ben hâlâ
sessizliğimi koruyorum. Ben senin gözlerine son bir kez
daha bakmak istiyordum, sanırım başarısız oldum. Çünkü
sadece gözlerim anlatabilirdi sana ne olduğunu ne hissettiğimi, o güzel gözlerine bakamayacağımın korkusu vardı. O güzel, ılık bakışlarına teslim olmuştum ki, ben bile bakmaya kıyamazken, sendeki sabır, sabır taşı gibi mıhlanmıştı gözlerime. Son bir kere gözlerime baksaydın, ağzım ne derse desin dudaklarımdan okuduğunu değil de yüreğimden geçenin gözlerime yansıdığını anlamış olurdun.
İşte o zaman hayatımın belki başlangıcı olabilirdi,’ diye düşünüyordu.
Belki de duygularını ağzıyla değil gözleriyle yansıtabilirdi.
‘Anlasaydın ya, gözlerime bakmadan, çatır çatır yüreğimin yarasına basarak kanatmaya devam ederken, geceleri kâbus görmez miydin ey vicdansız yârim!’
Ali, öylesine kalakalmıştı. Ve bilinmeyen bir tarafı vardı ki içinden çıkılamaz bir hâle girmiş, her şey tersine dönerek hayatının çizgisi nereye dönerse o da o yana dönüvermişti.
Bundan sonrası neyin, ne olacağını düşünmek bile istemiyordu. Sadece uzaklara, çok uzaklara gözlerinin alamadığı yerler ona mekân olacak mıydı? Yeniden mekân yapmak onun için neyi gösterecekti? Başka bir yeri yurdu yoksa başka bir ailesi mi olacaktı? Gittiği yerlerde onu bekleyen
ne olabilirdi ki? Hem yeni bir hayat kolay mıydı? Üstelik
gecenin karanlığı üzerine çökmüş, dağların tüm karanlığı
üstüne üstüne gelerek etrafını daraltırken.
Öylesine yorgun argın bir haldeyken ne yapabilirdi ki?..
Ali, her gece sevdiceği Leyla’yı anlatıyordu dağlara taşlara, ağaçlara, kurda kuşa ve yıldızlara. Ama en çok yıldızlar onu dinliyor ve anlıyorlardı. “Neden biliyor musun?” diye kendine soruyor, “Sen sormadan ben söyleyeyim…” diyordu. “Çünkü onlara ben senden söz edersem tıpkı senin gülerken, gözlerinde gördüğüm ışıltıyı görüyorum.”
Sensizliği soluyordu her nefes alışında. Sevdiceğine olan
bütün duygularını anlatıyordu gecenin hüzün kokan sessizliğine. Bu kadar çok uzaktayken çareyi onunla ortak seçtiği parlak yıldız vardı ya, hep onu bekliyordu. Yağmurlu ve bulutlu günlerde onu çok özlüyordu. O zamanlar o parlak yıldız da kendisini terk ediyor ve çaresizliğiyle baş başa kalıyordu.
Yokluğunda gecenin karanlığına resmini çiziyordu. Bütün
nehirlere adına şiirler yazıyordu. Esen rüzgâra nefesini katıyor, belki gerçekleşir de dönüverir diye hayaller kuruyordu. Sensizliğinde buz tutan yüreğini sevdiceğinin gülüşü eritir diye ümit ediyordu.
Umutlarını iyice yitirmişti son günlerde. Döneceğine dair
yüreği artık yavaşlamış, atmıyordu. Sevdiceğine olan özlemini anlatıyordu beyaz kağıtlara sığmıyordu. Oysa kendisine anlatmak isterdi, içinde ona karşı atan sıcak yüreğinin özlemle solan çiçeklerini… Ona söyleyecek öyle çok şeyi vardı ki. Anlatmaya ne kalem ne kâğıt ne de kelimeler yeterli gelirdi.
’’Ya kal ya da git!’’ Ve bu dipsiz ve karanlık kuyuda kurtar beni dememek için kendini zor tutuyordu… Varlığında onun yokluğunu yaşamak tıpkı idam sehpasına çıkıp bir celladın boynuna ilmiği takmasını beklemek gibiydi. Bir mahkemede en ağır ceza ile yargılanacak olanı kendisi sanıyordu. Ve sevdiceğini o güzel gülüşüyle hatırlayarak, her geçen saniye kanayan bu yarasını daha da büyütecekti.
Ödeyeceği bedel sensizlik, yalnızlık olacak ve artık yazacağı şiirlerde sevdiceği olmayacaktı!

Hasan Yüksel

Benzer Haberler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu Yazıda Dikkatinizi Çekebilir!
Kapalı
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyiciyi devre dışı bırakarak bizi desteklemeyi düşünün